Amerika Birleşik Devletleri’nde on dört yaşındaki bir kız, bir gün polise başvurarak, rahip olan babasının ona küçüklüğünden beri tecavüz ettiğini söyler. Bunun üzerine polis babayı gözaltına alır ve sorgular. Önceleri sessiz kalan baba, daha sonra suçlamayı kabul eder ve tecavüz olaylarını ayrıntılarıyla anlatır. Anlatımında en küçük detaylar dahi vardır. Yargılama sonucunda adam belirli bir cezaya çarptırılarak bir eyalet hapishanesine konulur. Ve aradan yıllar geçer. Kız, bir gün yine polise başvurarak, yıllar önce babasının kendisine tecavüz ettiği konusunda yalan söylediğini, gerçekte böyle bir olayın gerçekleşmediğini anlatır. Olayı yeniden ele alan dedektifler, araştırmaları sonucunda gerçekten de adamın suçsuz olduğu görüşüne varırlar.
Bu olayı inceleyen bilim insanları, adamın neden gerçekmiş olayı detaylandırarak anlattığı konusunda odaklanırlar. Adam, kızının iddiası karşısında yıkılmıştır, kızının yalancı olduğunu iddia etmesi ya da kendini savunması ona doğru gelmez. Bir süre sonra kızının doğru söylediğine inanır ve olayları detaylandırmaya başlar. Olmamış, gerçekte hiç yaşanmamış olayları detaylandırarak, bir süre sonra kendisinin ürettiği olaylara mutlak olarak inanır.
Olayı çeşitli açılardan inceledikten sonra yeni bir tez üzerinde çalışırlar. Bu teze göre, beynin bir bölümü sahte anılar üretmektedir. Bir süre sonra artık kişi, olayları gerçek boyutu ile değil de, sanal boyutu ile kavrar. Ve kendi ürettiği sanal gerçeklik, gerçeğin yerini alır. Aynı olayı yaşayan farklı kişiler, aynı olay ile ilgili detaylar kendilerine sorulduğunda birbirine çok tezat öyküler anlatmaktadırlar. Hepsinin hatırladığı birbirinden çok farklı şeylerdir. Ve hepsi de anının kendilerinin anlattığı gibi gerçekleştiği konusunda ısrarcıdırlar.
***
Anılarımızın bir bölümünü nasıl üretiyorsak, anılarımızın bir kısmı nasıl sahteyse yaşadığımız hayatın da bir bölümü sahtedir. Nasıl beynimiz yaşadığımız olayların gerçekliğini yitirerek onların yerine sahte anılar koyuyorsa, biz de yaşadığımız gerçek hayatın yerine gerçekmiş gibi algıladığımız sahte hayatlar koyuyoruz.
Beynimize ise sahte, yalan ve içiboş düşünceler yerleştiriyoruz ve kendimizi bunlara inandırıyoruz. Örneğin geçmişte gerçekleşen bir olay eğer ideolojimize aykırı ise, o olayın üzerini örtüyoruz zihnimizde ya da değiştiriyoruz. Olmadı reddediyoruz. Böylelikle aynen sahte anı oluşturur gibi sahte düşünceler, gerçeklikten kopuk düşünceler oluşturuyoruz. Eğer bunu yapmaz isek, ideoloji ya da inancımızın bir anlamı olmayacağını düşünüyoruz. Yani kendimizi yaşama ya da gerçekliğe değil, gerçekliği ve yaşamı kendi düşüncelerimize uyduruyoruz orasından burasından keserek. Aynen Procrustes’in yatağı [1] gibi.
Gabriel Garcia Marquez’in dediği doğrudur belki de:
“Gerçek anılar hayaletler gibiydi, sahte anılar ise öylesine inandırıcıydı ki, gerçeklerin yerini aldı.”
Aynı anıyı yaşamış üç kişiye sorsanız her ucu de bu anıyı farklı biçimde anlatacak, farklı biçimde hatırlayacaktır.
Ya sizin anılarınız gerçek mi? Ne dersiniz?
Erol Anar
[1] Efsaneye göre, yatağına uydurmak için kurbanlarının kol ve bacaklarını çekip uzatan, kesip kısaltan soyguncu.