Sürekli geçmişte yaşamak, şu yukarıdaki fotoğrafa benzer. Büyük bir denize açılma şansımız varken, kendimizi kavanozda yaşayan bir balığa dönüştürmek.
Yalnızca geçmişten bugüne bakan, geleceğe kalamaz. Geleceğe kalacak olanlar yalnızca geçmişten, bugüne ve bugünden geleceğe uzanıp onu diyalektik bir bütünsel yaklaşımla ele alabilenler olacaktır.
Çoğumuz geçmişte kalmışızdır ve bugünü kaçırmış uzaktan seyretmekteyiz bu yüzden. Geçmişten bakarak bugünü değerlendiririz, bugünden geçmişe bakarak değil. Özellikle ideolojik ve dinsel yaklaşımların çoğu geçmiş üzerine kurulmuştur. Bugün yoktur, gelecek hiç yoktur bu yaklaşımlarda. Çünkü değişim ya çok zor ya da imkânsızdır bu bakışla.
Yaşımızı aldıkça ileriye değil, geriye doğru bakışlarımız artar. Yaşlandıkça, geçmişte geçirdiğimiz, yani düşünce olarak geçmişte yaşadığımız süre artar. Geleceği sıkıcı olarak düşünürüz. Bugun ise tatsızdır. Her şey hep kötüye gitmektedir giderek, onun için geçmişin kollarına sığınırız bu anlamda.
Dostoyevski, “Bir Yazarın Günlüğü” başlıklı kitabında “Geçmişi hatırlamak hüzün verir bana; genelde geçmişi hatırlamayı sevmem.” der.
Geçmişi hatırlamak nostaljik bir hüzün verse de, bu hüzünden çoğu insan hoşlanır. Sonra geçmişe baktığımızda onu otomatik olarak törpüler istediğimiz şekle büründürürüz. Geçmişin sevimsiz anılarını, acılarını değil de, güzel olan şeyleri hatırlamaya çalışırız.
“İnsanoğlunun bütün geçmişi,” diyordu Cousins, “yalnızlığını parcalayıp yok etme gayretinden ibarettir.”[1]
Kendisi de toplama kamplarında tutuklu olarak kalan psikiyatrist Victor E. Frankl bu konuda şöyle der:
“Hiç kimse, kurtarıp geçmişe sakladığımız şeyleri elimizden alamaz. Geçmişteki hiçbir şey, geri alınamaz ve geri kazanılamaz bir şekilde kaybolmaz; geçmişteki her şey, kalıcı olarak saklanır.”[2]
Frankl, burada bence toplama kampında geçen zamanını hatırlıyor. Naziler bile geçmişinizi elinizden alamaz. İnsan kötü ortam ve anlarında hep geçmişe sığınır. Geçmişteki güzel olayları, yaşadıklarını hatırlayarak kendisine moral vermeye çalışır. Burada anılarımız, kimsenin giremeyeceği bir alandır ve oraya yabancılar ayak basamaz. Gerçi bu şimdi ve geçmiş için geçerlidir. Çok yakında anılarımız da ekrana yansıyarak okunacak, daha şimdiden bu yapılmaya başlandı. Yani geçmişimiz, sahip olduğumuz -ya da olduğumuzu sandığımız tek şey- de elimizden alınacak ve yabancı ayaklar özel alanımıza girecekler.
“Anlamamız gereken, geçmiş yıllarda gülüp, geçilen, anlamsız olarak algılanan bu boşluk hissinin zamanla basit bir can sıkıntısı olmaktan çıktığı ve özünde büyük tehlikeler taşıyan bir umutsuzluk dalgası haline geldiğidir.”[3]
ABD’li vaɾoluşçu psikolog Rollo May’in bu tespiti, bizim aynı zamanda can sıkıcı ve karanlık olan, hiç de umut vermeyen yakın geçecek korkumuzu da özetliyor bence. Şimdi ve gelecek umutsuz bir dalga ise, o zaman geçmişe sığınmaktan başka yapabileceğimizin kalmadığını düşünürüz. Güzel olan şeyler geçmişte kalmıştır bize göre, şimdi’nin ve geleceğin hiçbir tadı yoktur. Yalnızca bir umutsuzluk ve karamsarlık vermektedir bunlar bize.
Danimarkalı filozof Kiergegaard ise bu konuda farklı bir önermede bulunur:
“O zaman onu unutalım, bu güne dönüştürülemeyen bir geçmişi hatırlamaya neden uğraşalım ki?” [4]
Ama geçmişi hatırlamaktan hiçbir insan kaçamaz sonuç olarak. Bir noktaya gelindiğinde geçmişe dönmek kaçınılmazdır. Bunu Victor Hugo’nun da bir kitabında vurguladığını hatırlıyorum. Bir noktaya gelindiğinde geçmişe dönüp bakmanın kaçınılmaz olduğuna değiniyordu o.
Geçmiş bugüne dönüştürülemez belki ama, bazı insanlar için bugünün yerini alabilir. Nasıl mı? Eğer geçmişte yaşarsanız sürekli, şimdi’yi kaçırırsınız, doğrusu şimdi çok da umrunuzda olmaz; onu sadece temel ihtiyaçlarınızı karşılamak için kullanırsınız. Artık geçmiş, şimdinin yerini alır sizin için büyük oranda ve bir yanılsama dünyasında yaşar, giderek gerçekten uzaklaşmaya başlarsınız.
Geçmişe gitmek tehlikelidir. Bazen geçmiş ormanında ortalığı göz gözü görmez bir sis basabilir, ve siste şimdi’ye dönüş yolunu bulamayabiliriz.
Sürekli geçmişte yaşamak, şu yukarıdaki fotoğrafa benzer. Büyük bir denize açılma şansımız varken, kendimizi kavanozda yaşayan bir balığa dönüştürmek.
“Geçmişi bir kitap gibi kullanın eviniz gibi değil.” der R. Wilkins.
Bu söz bence bütün her şeyi açıklıyor. Eğer geçmiş evimize dönerse, bir yanılsamadan başka bir şey olmaz hayatımız ve hayatın özünü, içeriğini kaçırır ve gerçekten giderek uzaklaşırız.
Ama geçmiş zaman zaman elimize alıp okuduğumuz bir kitap olursa, ondan çok şey öğrenebiliriz. Tabi ki hep şimdi’nin toprağına ayak basarak her zaman.
Bana göre ise, geçmişten kaçmak fayda vermez. Elbette geçmişi hatırlarız, bu bize bugün ve geleceği anlamada da yardımcı olur, bunlar arasındaki diyalektik ilişkiyi görebilmemizi sağlar. Ama şimdi’yi yaşamak koşuluyla. Şimdi’den kopmadan. Çünkü yapabileceğimiz her şey bu an’ın içinde gizlidir.
Şimdi buradayım ve buradan bakıyorum geçmişe ve geleceğe.
Şimdi’yi yaşıyorum.
Erol Anar
[1] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, Kuraldışı Yayınları, Türkçesi: Ayşen Karpat,Istanbul 1997, sayfa 29.
[2] Victor E. Frankl: Duyulmayan Anlam Çığlığı, Öteki Yayınevi, Ankara 1994, sayfa 32.
[3] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, sayfa 25.
[4] Soren Kiergegaard, Korku ve Titreme, Anka Yayınları, 1. Basım: Temmuz 2002, İstanbul, sayfa 68.