Çok geçmeden Gagra’ya ulaştık. Deniz kıyısında, büyük bir oteli andıran bir binaya giriş yapmıştık. Burada Türkiye’den gelenlerin kayıt yaptırdığı bölüme giderek, kaydımızı yaptırdık. Bize yatmamız için iki ayrı oda, daha doğrusu bir bina gösterdiler. Bu yapı kompleksti ve içinde birbirinden bağımsız birçok bina vardı. Hatta büyük bir tiyatro salonu ve o zamanlar kullanılmayan bir havuz da bulunuyordu.
Daha sonra kamaralarımıza dönerek uyumaya başladık. Kendimizi oldukça yorgun hissediyorduk. Ertesi sabah uyandığımızda, Soçi limanına ulaşmak üzereydik. Trabzon’dan ayrılmadan önce kente bakmıştık: Dağınık, bölük pörçük, rastgele ve plansız yapılmış bir kente benziyordu. Şimdi Soçi’ye baktığımızda aradaki müthiş farkı görebiliyorduk: Son derece planlı olarak, doğayı bozmadan inşaa edilmiş, kıyı boyunca sıralanmış palmiye ağaçlarıyla, yemyeşil dağlarıyla cennete benzeyen bir kent.
Gemiden çıkmadan önce limandaki pasaport kontrolünde Paşa ile ikimizi bir süre tuttular. Daha sonra içeri girmemize izin verdiler.
Limanda, Kafkas Komitesi üyelerine rastladık. Abhazya’ya yardım götüreceklerdi. Yanlarında kutular içerisinde birçok ilaç ve yardım malzemesi vardı. Bunları bir minibüse taşımalarına yardım ettik. Komite Başkanı yaşlıca bir insandı.
“Demek siz de Abhazya’ya gidiyorsunuz. Biz bir otobüsle gideceğiz, siz de isterseniz bizimle gelirsiniz. Gagra’ya kadar gideceğiz.” dedi.
“Peki nasıl gireceğiz Abhazya’ya? Bize vize vermediler.”
Başkan güldü ve,
“Orasını merak etmeyin.” dedi.
Böylece grup olarak Soçi’deki bir otele gittik. Burada da bazı yardım malzemeleri vardı, minibüsteki kutuları da buraya yerleştirdik. Bir süre lobide oturup dinlendik, kahve içtik. Daha sonra bir otobüs geldi. Tekrar yardım malzemelerini hep birlikte otobüse taşıdık.
Kafkas Komitesi üyeleri ile birlikte Abhazya’ya doğru yola çıktık. Abhazya sınırına gelmeden hemen önce, Komite Başkanı herkesten 10’ar dolar vize parası topladı. Abhazya sınırında, Rus polisinin kontrol noktası vardı.
Daha sonra aşağıya indik ve pasaport kontrolünden geçtik. Hatta birkaç paket sigara da vermek durumunda kaldık. Rus polisi, bize vize vermişti. Vize dediğim de şuydu: Adam, bir elindeki tükenmez kalemi cetvel gibi kullanarak, diğer kalemle pasaport sayfasına iki paralel çizgi çiziyor ve ortasına da bir mühür vuruyor. Ama 10 dolar ve birkaç paket sigaraya da ancak böyle vize olurdu.
Vizelerimizi alarak nihayet Abhazya’ya otobüsümüzle giriş yaptık. On beş, yirmi dakika kadar ilerledikten sonra, savaşın acı yüzüyle karşılaşmaya başladık: Bombalanmış, yıkılmış binalar, yol kenarında devrik direkler, kesik elektrik telleri, beton barikatlar…
Otobüste sol tarafımızda bir adam oturuyordu. Bizimle sohbete başladı. Almanya’dan gelmiş, yıllardır orada çalışıyormuş. Kafkas Komitesi’nin geleceğini duyunca, onlarla beraber burayı ziyaret etmeye karar vermiş.
“Ben buraya çok gelip gittim. Savaştan önce, şimdi Gürcistan işgali altında olan başkent Sohum’dan bir ev aldık. Çok değerleneceğini söylemişlerdi. Evi de kaybettik, gördünüz mü? Acaba Sohum’u tekrar geri alırlar mı dersiniz?” dedi.
Ona yanıt vermedik. Yalnızca, Paşa ile ters ters adamın yüzüne baktık. Savaşta yüzlerce, binlerce insan ölmüş, her yer yıkılmıştı; adam ise bütün bunları bir yana bırakmış, kendi evinin derdindeydi. Bir de bunu dile getiriyordu.
Savaşın yıkıntıları bir yana, Abhazya bir masal ülkesine benziyordu. Kaf dağının ardındaki ülkelerinden birisi de burası olsa gerekti: Sol yanımızda ormanlarla kaplı yemyeşil dağlar vardı ve sağ yanımızda yol boyunca bize eşlik eden deniz.
Çok geçmeden Gagra’ya ulaştık. Deniz kıyısında, büyük bir oteli andıran bir binaya giriş yapmıştık. Burada Türkiye’den gelenlerin kayıt yaptırdığı bölüme giderek, kaydımızı yaptırdık. Bize yatmamız için iki ayrı oda, daha doğrusu bir bina gösterdiler. Bu yapı kompleksti ve içinde birbirinden bağımsız birçok bina vardı. Hatta büyük bir tiyatro salonu ve o zamanlar kullanılmayan bir havuz da bulunuyordu. Bu binalar, Sovyetler Birliği döneminde sanatoryum olarak kullanılıyormuş.
Bu bina sekiz katlı idi ve iki yaşlı Rus kadın buradan sorumluydular. Bu güleryüzlü kadınlar, orada bulunduğumuz süre içerisinde bize çok iyi davrandılar. Her gün odamızı temizleyerek, çarşafları değiştiriyorlardı. Hatta Rusça bazı kelimeleri onlardan öğrenmiştik hiç unutmuyorum. Yanlış hatırlamıyorsam “Pozhaluysta = Lütfen,” “Sipasibo = Teşekkür”, “Do svidaniya=Güle Güle”gibi…
Sekiz katlı binada yalnızdık, en üst kata çıktık. Bütün odaların kapısı açıktı. Paşa ile karşılıklı birer odaya yerleştik. Odalarımıza yerleşip, duş aldıktan sonra aşağıya indik ve akşam yemeğinin verileceği bölüme geçtik.
Ana binanın içi barok bir tarzda dekore edilmişti. Özellikle yemek salonu, bir saray salonundan farksızdı. Yüksek duvarlar, işlemeli sütunlar, freskler ve her biri son derece değerli klasik tarzda oyma oturma takımları, koltuklar…
Daha sonra yemek masasına oturduk ve peynirli makarnadan oluşan yemeğimizi yedik. Savaş koşullarında bunu bulabilmek bile başarıydı. Sonraki günlerde hep aynı yemeği yiyecektik. O koşullarda bizi en iyi şekilde misafir eden Abhazya halkına buradan teşekkürlerimi iletmek istiyorum.
Paşa ile ara sıra değişiklik yapıyor, bazı akşamlar yakınlarda arasıra açık olan küçük bir lokantada, Abhaz usulü yapılmış fasulye ezmesi ile peynir kızartması yiyorduk.
Bir gün büyük binadaki yemek salonundayken, yanımıza genç bir kız geldi ve elini uzatıp tokalaştıktan sonra kendisini tanıttı:
“Hoş geldiniz, benim adım Nuran, Düzce’den üç ay önce geldim buraya.”
Nuran yanımıza oturdu ve bir süre sohbet ettik. Kendisi kumral, dalgalı saçlı ve yüzünde çiller olan bir insandı. İlk görüşte olumlu bir enerji saçan, ısınılan sempatik insanlardandı.
“Ben gönüllü hemşire olarak çalışıyorum. Benim gibi Türkiye’den gelen bazı arkadaşlar da aynı şeyi yapıyorlar.” dedi.
Nuran, buraya gelebilmek için okulunu döndürmüştü. Abhazca öğreniyordu, bu dili öğrenmenin çok zor olduğunu bize birkaç kez söyledi.
Daha sonra kendisiyle sık sık karşılaştık, bize her zaman yardımcı oluyordu.
Ertesi gün devlet yetkilileriyle görüşmek için araştırmalarda bulunduk. Sohbet ettiğimiz Türkiyeli bir Abhaz şöyle dedi:
“Devlet ile halkın ilişkisi, burada Türkiye’de olduğundan farklıdır. Sıradan vatandaş, bakanın odasına girerek, onunla görüşme yapabilir. Çocuklar, Cumhurbaşkanının evinin bahçesine girerek, erik ağacından meyve yerler.”
Devlet ve halk ilişkisi en azından o zamanlar böyle idi.
Daha sonra kentte biraz dolaştık. Kent küçüktü, savaşın izlerini taşıyordu. Burası da Gürcistan işgaline uğramış, fakat daha sonra direnişle Gürcistan askerleri Sohum’a kadar püskürtülmüştü.
Kent merkezinde savaşa gidenlerin, dönenlerin, Türkiye’den gelenlerin uğradığı kafeteryaya benzer bir yer vardı. Oraya gittik ve insanlarla sohbet etmeye başladık. Düzce’den gelmiş kızıl saçlı, orta yaşlı bir Abhaz gülerek tipik şivesiyle şöyle dedi:
“Var var, bir şey var bu direnişin arkasında. Adamlar dört tüfekle koca orduyu dize getiriyorlar.”
“Allah yardım ediyor.” dedi oradan birisi.
Kızıl saçlı kafasını olumsuz anlamda iki yana doğru sallayarak,
“Yok yok Allah Mallah değil, başka bir şey var bu olayın arkasında. Ama henüz ne olduğunu ben de bilmiyorum.” dedi.
Kafeteryada kahve içiyorduk, kahve küçük fincanlarla içiliyordu; biraz acı ve çok sertti. Yine de sigara ile çok iyi uyum sağlıyordu.
Burada savaştan dönen ve yeniden savaşa gönderilmek için bekleyen, elinde kalaşnikofla bir o yana bir bu yana dolaşan askerler vardı. Bunlardan birisi de Türkiye’den gelmiş olan Ahmet idi (Bu kişinin adını değiştirdim). Bu kişi, yıllar sonra Avrasya gemisini kaçıracak olanlardan birisiydi. Ahmet ile her gün rastlaşıyorduk, elinde kalaşnikofu ile dolaşıyor ve bize,
“Yarın cepheye gidiyorum.” diyordu.
Akşam hava kararmadan önce, deniz kenarında iskeleye doğru yürüdük. Tam bu sırada seri halde silah sesleri duymaya başladık. Tabancadan çok, kalaşnikof sesine benziyordu:
“Ta ta ta ta ta ta!”
“Yere yatın, yere yatın!” diye Türkçe bağırdılar.
Orada iskelede, hepimiz yere uzandık ve bekledik. Bir süre sonra silah sesleri sona erdi, artık her şey sakin görünüyordu. Savaşta yaşamak işte böyle bir şeydi. Bir yandan günlük hayat devam ederken, birden sahile vuran dalgalar gibi savaş yanınıza kadar geliyordu.
Ertesi gün, devlet yetkilileri ile görüşmek için Gudauta’ya gitmeye karar verdik. Bu amaçla kaldığımız binanın önünden otostop yaptık. Yarım saat kadar sonra bir araç durdu. Bu bir Lada idi. Bindik ve el işaretleriyle anlaşmaya çalıştık. Adam, bir milletvekili idi ve Gudauta’ya gidiyordu. Anladığımız yalnızca buydu.
Gudauta’ya ulaştıktan sonra dışişleri bakanı ile görüştük. Bizim geleceğimizi biliyorlardı, Gagra’dan haber verilmişti. Bize Türkçe bilen bir Abhaz çevirmenlik yapıyordu. Bakan, bize çok sıcak davrandı, ellerinden gelen yardımı yapacaklarına söz verdi ve savaş suçları ile ilgili devlet arşivindeki bazı materyalleri gösterdi. Barışın gerçekleşme olasılığı üzerine konuştuk. Gürcü savaş esirlerini ziyaret etmek ve onlara nasıl davranıldığını da görmek istiyorduk. Kendisi, hastaneyi ziyaret ederek, bunu kendi gözlerimizle görebileceğimizi söyledi. Bu konuda talimat verecekti.
Daha sonra yine Türkiye’den gelmiş bazı insanlarla tanıştık. Bir süre birlikte dolaştık. Bunlardan birisi de, yazar olduğunu söyleyen İstanbul’dan gelmiş bir kişiydi. Biraz havalıydı, yazar modunda idi. Kendisini çok önemli birisi gibi sunuyordu. Bir eliyle sakalını okşayarak ve etrafındakilere tepeden bakarak; “Ben cepheye giderek savaşmak istedim. Ama burada bana ‘Sen bizim çok değerli biricik yazarımızsın, seni cepheye gönderemeyiz, bize lazımsın’ dediler.” diyordu. Oysa gerçekte yazar, tiyatrocu, sinemacı ve birçok sanatçı Abhazyalı olmuş ya da cephede savaşıyordu. Bu tavrını görünce, biraz mesafeli durduk kendisine, pek fazla yaklaşmadık.
Devam edecek…
Erol Anar
Yazının birinci bölümü: