Bu dünyada pek çok insan, sanki Dostoyevski romanı kahramanıymış gibi her gün acı çekerek ve kendini başkaları için feda ederek yaşıyor. Yani kendi hayatlarını değil, başkalarının hayatlarını yaşıyor bu insanlar.
Sevgili Uzaklar,
“Acı gözyaşların yüreğini temizleyecek, günahlardan arındıracak seni.”[1] der Dostoyevski “Karamazov Kardeşler” adlı yapıtında. Seninle de çok konuştuk bu yapıt ve acı üzerine. Ancak Dostoyevski, acıyı günahla ilişkilendiriyor ve öteki dünyaya inanan bir yazar olarak bu kavramı dinsel bir bakış açısıyla ele alıyor. Merhamet duygusunu da öyle.
Oysa ben acıyı, günahlardan arınma ile ilişkilendirmiyorum sevgilim. Acının bize tek yararı, bizi olgunlaştırmasıdır. Bunun dışında bir yararı olduğunu sanmıyorum. Bize acı çektirenlere gelince, onların hesabı bu dünyada sorulmazsa, hiçbir şekilde bir daha bu hesap sorulamayacaktır.
Bu dünyada pek çok insan, sanki Dostoyevski romanı kahramanıymış gibi her gün acı çekerek ve kendini başkaları için feda ederek yaşıyor. Yani kendi hayatlarını değil, başkalarının hayatlarını yaşıyor bu insanlar. Sadece yoksulluk anlamında söylemiyorum bunu, ekonomik durumu iyi olup da hastalıktan ömür boyu acı çeken ya da yaşamını hasta çocuğuna adayan bir anneyi de düşünüyorum. Öteki dünyaya, dine inanırsanız bunu, “Onlar öteki dünyada cennete gidecekler.” deyip kolaylıkla geçebilirsiniz. Elbette isteyen istediğine inanmakta özgürdür; ama inanmamakta da.
Ama öteki dünyaya inanmayan, dinsel inancı olmayan bir insan iseniz, ne yazık ki bu insanların hayatlarına bir acılar bütünü olarak bakarsınız. Çünkü ne yaşarsak bu dünyada yaşıyoruz. Ama belki Paralel Evrenler’de yeniden yaşamaya devam edebiliriz bu dünyada öldükten sonra. Ama Paralel Evrenler bir başka dünyada yaptığınız hata ve günahları cezalandırma mantığıyla işlemez.
Ve hayat çok adaletsiz bazı insanlar için ne yazık ki. Yaşanmamış hayatlar, bir elbise gibi her gün yeniden kuşanılan acılar… Ve bir kurtuluş gibi beklenen ölüm, çünkü acıların sona ermesi anlamına geliyor bu insanlar için.
***
“İyi görüneceğine iyi ol.” diye anonim bir söz var. Aslında aynı anda hem iyi, hem de kötüyüzdür, Hatta bu değerler bile kişiye ve algısına göre değişebilir. Sosyal medya vitrininde ise, olmayı değil, görünmeyi severiz. Bu çağ görünme çağıdır, imajlar daha öndedir. Bir şey olmana, emek vermene gerek kalmamıştır çoğu insana göre, sadece öyle görün yeter. Üstün dolu görünsün, ama görünmeyen kısmın altın boş olsun, önemi yoktur bu çağda. Olmak, artık yerini görüntüye, imaja bırakmıştır.
Peki neden böyle yaparız? En çağdaş, en laik, en dindar, en vatansever, en devrimci, en anlayışlı, en merhametli vs… görünmeyi çok severiz de, kendimize hiçbir zaman ‘acaba gerçekten öyle miyim?’ diye sormayız. Çünkü görünmek, olmaktan çok daha kolaydır. Mış gibi yapmak hiçbir emek, değişim, dönüşüm vermeden taklit etmektir. Hatta bu taklit o kadar ileri gider ki, daha olmadan, öyle olduğumuza kendimizi bile inandırırız.
Özellikle de sanal ortamda her fırsatta başkalarına saldıran, laf sokan, sürekli negatif yorumlar yapan kendisiyle barışık olmayan insanlar, kendi aşağılık kompleksleri ve negatif enerjilerinde boğulurlar. Bunların bu davranışları, yalnızca gerçek hayattaki mutsuzluk ve başarısızlıklarının sanal ortama yansımasıdır.
“Ama, başkalarına söz dokundurmadıkça, dilleriyle birini yaralamadıkça, zekâlarını para etmez sanan kimseler de vardır. Dizginlenmesi gereken bir huydur bu: ‘Parce, puer, stimulis, et fortius utere loris. (Kırbacı az kullan oğlum, dizginlere daha sıkı asıl.)”[2]
***
Sevgili Uzaklar,
Bir köpeğe iki kilo et verin onu hemen bitirir, yer. Hemen yiyemese bile hepsini, ilk fırsatta bitirir. “Bunu yarına saklayayım, yarın yerim.” diye düşünmez. Bazen köpekler kemik gömerler toprağa, ama bunu bence daha çok bir oyun olsun diye yaparlar. Yoksa hayvanlarda yarın kaygısı yoktur, onlar anı, özgür bir biçimde yaşamaktan keyif alırlar. Hiçbir canlı yarın yaşayıp yaşamayacağını bilemez, onun için en iyisi bugünü şu anı değerlendirmektir. Çünkü şimdi ve burada vardır. Bir dakika sonrasını bilemez. Kaygısızdırlar. Tek kaygıları belki de hayatlarını koruma içgüdüsünden kaynaklanır.
İnsanda Carpe Diem[3] felsefesi çok gelişmiş değildir. Onun bir kısmı dünde kalmıştır, sürekli dünü ve yarını düşünür. Çok az bir kısmı anı yaşar.
İnsana iki kilo et verin onu iki, üç parçaya bölecektir belki de. En azından bazı insanlar böyle yapacaktır. Bir hafta yiyecektir. Yarın kaygısıyla donatılmıştır tepeden tırnağa. An’ın keyfini sürmeyi çoktan unutmuş ve belirsiz bir yarın için yaşamaya koşullanmıştır.
Bir ağacın, bir ırmağın, bir şelalenin, bir dağın verdiği huzuru, hiçbir insan veremez. İnsan ona huzur veren tek şey olan doğayı hırsla, kinle talan eder. Ondan sonra da din, kariyer, para ve iktidarda huzur arar. Ve asla bulamaz, ama kendisini kandırır.
Oysa doğa insana yeterdi… Özgürlük de… Hayvanlara yettiği gibi. Uygarlık geliştikçe, insan boynuna kölelik halkasını taktı ve özgürlüğünden vazgeçti. Paraya, iktidara ve başka şeylere taptı. İnsan doğallığını yitirdikçe, kendisine, doğaya ve her şeye yabancılaştı. Şimdilerde, insanın boynundaki kölelik halkaları görünmezdir.”
Erol Anar
Ekim 2018
Paraná
[1] Dostoyevski: “Karamazov Kardeşler”, İletişim Yayınları İkinci Bölüm, Dördüncü Kitap: Acılar, Birinci Baskı: 2001, İstanbul, s.72.
[2] Ovidius, Metamorphosis, II, 1271
Aktaran: Francis Bacon: Denemeler, YKY Yayinlari, Çeviren; Aksit Gokturk, 10. baskı: İstanbul, Ocak 2013, epub, s. 148
[3] Latin edebiyatının ünlü ozanı Horatius’un bir dizesinde geçen (Od’lar I, xi?) gününü gün et, zamanın tadını çıkar, günü yakala, anı yaşa veya günü yaşa gibi anlamlardaki özdeyiş.