Bazı insanlar özgür kaldıklarında, dünyanın öbür ucunda tamamen özgür bir ruh haline bürünüyorlardı. Ve bu tür insanların içlerindeki bastırılmış duygular açığa çıkıyordu. Orada bir süreliğine, tanıdık dünyadan, kurallardan ve insanlardan uzakta diledikleri gibi yaşıyorlardı.
Birkaç gün sonra bahçede, bizim gruptan Pakistanlı bir kızla karşılaştım. Bana arkadaşlarıyla Montreal’e giderek gezeceklerini, istersem onlara katılabileceğimi söyledi. Teklifi kabul ettim, böylece belediye otobüsüne bindik. Yedi kız ve ben, toplam sekiz kişiydik.
Yanımda oturan Ukraynalı Iryna ile sohbete başladım. Kendisi benim yaşlarımda, dul ve bir çocuklu bir kadındı; ülkesinde bir kolejde İngilizce öğretmenliği yaptığını söylemişti. O gün, Türkçe ve Rusça bazı kelimelerin benzerliği üzerine konuşuyorduk. Yanlış hatırlamıyorsam, “çay, bilet, vişne” gibi kelimeler Rusça’da da aynı anlama geliyordu. O gün Iryna ile arkadaş olmuştuk. Onun birlikte gezdiği, elli beş-altmış yaşlarında Özbekistan’dan gelen bir Rus kadın vardı: Anya. Böylece o günden sonra üçümüz birlikte dolaşmaya başladık. Yıldız ise, Endonezya ve Pakistanlılarla beraber geziyordu. Bir daha Yıldız ile oturup konuşamadık, ikimiz de kendi arkadaş grubumuza takılıyorduk.
Hafta sonları etkinlik yoktu. Bir hafta sonu, Anya ve Iryna ile Kolej’deki odaları dolaşıyorduk. Bazı odalarda insanlar toplanarak sohbet edip, çeşitli oyunlar oynuyorlardı. Bu odalardan birisine girdik. Odada on beş yirmi kişi vardı. Lübnanlı bir kız göbek dansı yapmaya başladı. Buradaki kişilerden birisi kamerasını çıkardı, çekim yapmak istiyordu, kız buna izin vermedi.
“Lütfen kapat o kamerayı, çekim yapmanı istemiyorum.” dedi.
Kameranın tekrar kapanması üzerine, bir süre daha dans etti. Daha sonra çeşitli oyunlar oynamaya başladılar. Biz odadan bahçeye çıktık.
Bazen büyük bahçedeki uzak banklardan birisine oturuyor, orada öyle yalnız kitap okuyordum. Yanımda getirdiğim, Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” adlı kitabını ikinci kez okuyordum.
Bazen on dolarlık telefon kartı alıyor ve Türkiye’ye telefon açıyordum. Kolej’de telefon ahizelerinin olduğu bir bölüm vardı. Burada karşılıklı altışar ahize bulunuyordu. Bir gün Hollanda’yı, kuzenim Halil Hatko’yu aradım. Biraz konuştuktan sonra,
“Neredesin Amerika’da mı?” dedi.
“Hayır, Amerika’ya henüz gitmedim. Kanada’dayım.”
“Kanada, Amerika değil mi?”
“???”
Evet, doğru idi. Ben, aslında Amerika derken onun ABD’yi kastettiğini düşünmüştüm. Çünkü Türkiye’de Amerika denildiğinde, kıta değil, ülke anlaşılıyor. İşin ilginç tarafı, Latin Amerika’da bile, ABD’ye Amerika diyorlar. Oysa ben buna her zaman, özellikle de de yazarken dikkat ederdim.
Görüşmeden sonra telefon kartımı çıkardım ve tekrar Türkiye’ye aramak üzere makineye geri koydum. Baktım göstergede on dolar yazıyor. “Nasıl olur?” dedim kendi kendime. Telefon kartı, bu görüşmeyi, hesaptan düşmemişti. Tekrar aradım ve konuştum. Kartı çıkardım, tekrar taktım, yine on dolar. Anladım ki o makinede parasız telefon görüşmesi yapılabiliyor.
Odaya çıktım. Dörder kişilik odalarda kalıyorduk: altlı üstlü iki ranza. Oda arkadaşlarımın üçü de Endonezya’nın Hristiyan azınlığına mensup insanlardı. Çok iyi insanlardı. Ne zaman odaya girsem, hemen bana Endonez usulü yaptıkları kahveden ikram ederlerdi. Yoksul insanlardı. Aylık gelirleri kendi söylediklerine göre kişi başı 75 dolar kadardı. Suharto diktatörlüğüne karşı mücadele yürütmüşlerdi. Diktatörün yoğun kitlesel gösterilerden sonra iktidardan yeni düştüğü günlerdi.
Telefon olayını anlattım. Bunun üzerine makinenin nerede olduğunu sorup, hemen ülkelerini aramaya gittiler. Kanada telefon şirketi kazanacağına, yoksul insanlar bu olanaktan yararlansınlar diye düşünmüştüm.
Uzun bir süre sonra, mutlu bir şekilde odaya döndüler.
Ertesi gün öğle yemeği için yemekhaneye giderken, telefonların bulunduğu alandan geçtim. Bir baktım en az yirmi otuz kişilik bir kuyruk var. On iki telefon ahizesi var, bunlardan on bir tanesi boş ve on ikinci telefonun önünde uzun bir kuyruk var. Gülümsedim. Böyle söylentiler hemen on dakika içinde orada bulunan herkes tarafından duyulurdu. “İki kişi biliyorsa o artık sır değildir.” derler. O günden sonra bir daha o telefona yaklaşmadım. Daha doğrusu yaklaşmak da istemedim. O telefondan bedava konuşulduğunu ben keşfetmiştim, en az yararlanan da ben oldum. Oradan geçerken baktığımda daha çok Arapların telefon ile konuştuklarını görüyordum. Telefona onlar el koymuşlardı.
Yeni Zelanda’dan etkinliğe katılan bir adam vardı. Bazen bahçede sohbet ederdik. Bir gün yine karşılaştık.
“Erol, ben o telefonu biliyordum. Hani şu önünde insanların kuyruk oldukları, bedava görüşme yapılan telefonu.”
“Nereden biliyordun?
“Biliyorsun, bu katıldığımız etkinlik her yıl düzenleniyor. Geçen yıl bu etkinliğe Yeni Zelanda’dan katılan bir arkadaşım bana o telefonu söylemiş, hatta yerini bile tarif etmişti.”
O zaman anladım ki bu telefon, Kolej öğrencileri tarafından da kullanıyordu. Öğretmenler dahil herkes biliyordu. Ve bunu muhtemelen Kanada Telefon İdaresi de biliyordu, ama tamir etmiyorlardı. Belki bu kadar yıl geçtikten sonra bile, o ahize hâlâ aynı durumdadır.
Bir cumartesi günü, bizi otobüslerle Ontario bölgesindeki Ottowa kentine götürdüler. Oraya ulaştıktan sonra herkes akşama kadar özgürdü. Ontario denince aklıma ilk gelen, Kaptan Swing ve Ontario Kurtları olmuştu. Kaptan Swing, yalnızca bir çizgi roman kahramanı değildi; gerçekte yaşamış bir kişiydi. Bu insanlar, kırmızı urbalara (İngilizler) karşı bağımsızlık mücadelesi yürütmüşlerdi. Sosyalizm Ansiklopedisi’nde de Kaptan Swing’in hikâyesi anlatılır.
Burası yaklaşık bir milyon nüfuslu bir kentti. Anya, Iryna ve ben önce kiliseleri gezdik. Burada gotik mimarı stilinde birçok büyük kilise var. Daha sonra kent merkezine gittik. Birkaç müze gezdikten sonra, orada dolaştık.
O akşam üzeri tekrar Montreal’e döndük. Başka bir hafta sonu da Quebec City’e gitmiş, burada şelale civarlarında gezmiştik.
Bir hafta sonu için, Kanadalı ailelerle yemek programı yapmışlardı. Ben bir Pakistanlı kadın ile üniversite hocası bir Kanadalının evine konuk oldum. Kanadalı adam ve karısı, bize çok nazik ve misafirperver davrandılar. Kadın, bir kolejde öğretmendi. Tanışma faslından sonra sohbete başladık. Önce Pakistanlı kadın kendisinden söz etmeye başladı. Ama kadın, biraz gevezeydi, hiçbir şey dinlemiyor, sadece kendini anlatıyordu. Ev sahiplerimiz sıkılmışlardı. Ev sahibi adam bana dönerek,
“Sen hiç konuşmadın. Biraz da sen kendini anlatır mısın?” dedi.
Kısaca kendimden söz ettim. Adam ilgiyle dinledi ve sonra sordu:
“Kanada’da kalacak mısın?”
Bu soruya biraz şaşırmıştım.
“Hayır, geri döneceğim, burada kalmayacağım.”
Aslında adam, bu soruyu sormakta haksız değildi. Bu etkinlik programına gelenlerin bir kısmı, bu fırsatla Kanada’da kalıyor, iltica ediyorlardı. Kanada, bir göçmen ülkesiydi, ancak buraya vize almak çok zordu. Daha etkinliğin ilk günlerinde, birkaç kişi ortadan kaybolmuştu. Muhtemelen bu fırsatla iltica etmişlerdi. Bunlardan birisinin de, etkinliğe Etiyopya’dan katılan bir genç olduğunu duymuştum.
Ev sahibimiz bir ara Kanada’nın ne kadar güvenli bir ülke olduğundan söz etti ve şöyle dedi:
“Bir kez ABD’ye, Boston’a gitmiştim bir konferans için. Akşam yemekten sonra dışarıya çıkmak istediğimde, ABD’li arkadaşlarım, bana bunun güvenli olmayacağını söylediler. Çok şaşırmıştım. Akşam üzeri caddede bir yürüyüş yapmak bile tehlikeliydi.”
O gün böyle geçti. Yemekten sonra, bahçeye çıkarak kahve içmiştik. Ev sahiplerine misafirperverlikleri için çok teşekkür ettik.
Bir gün merkez tren istasyonun önünde kurulmuş bir Mohawk çadırını ziyaret ettik. Burada bir Mohawk Kızılderilisi kendi otantik giysileriyle gelenleri karşılıyor, isteyenlerle fotoğraf çekiniyordu. Biz de onunla fotoğraf çekindik. Beyazların işgalinden önce Montreal, Mohawkların bölgesi imiş.
Monteral’in Çin mahallesinin büyük olduğunu duymuştuk. Bir gün Anya ve Iryna ile buraya gittik. Tarihi bir yerdi. Oldukça büyüktü. 1860’lara uzanan bir tarihi vardı. Burada dolaştıktan sonra bir restorana girerek Çin yemeklerinden oluşan öğle yemeğimizi yedik.
Bu arada, Ankara’dan arkadaşım Erdem, “Aşklar ve Kuşlar Azalırken” adlı kitabımdan birkaç tane kargo ile yollamıştı. Bunları, ABD’deki arkadaşlarıma hediye edecektim. Bir tanesini de Yıldız’a verdim. Erdem’in de “Uğultular” adlı şiir kitabı yine aynı yayınevinden, aynı anda çıkmıştı.
Bir gün sınıftaydık. Sol tarafımda Afrika’dan gelen otuz yaşlarında ismini unuttuğum bir sınıf arkadaşım vardı. Bu kişi, her zaman otantik Afrika giysileri ile dolaşırdı. Onun yanında da o gün, Arnavutluk’tan gelen yine yirmi beş yaşında gösteren bir kadın oturuyordu. İkisi de evli olduklarını söylemişlerdi. Hatta kadın, çocuğunun fotoğrafını hepimize göstermişti. Birden dikkatimi çekti, Avrupalı kadın arkadaşımız, o gün Afrikalı arkadaşa çok yakın davranıyordu. Kadın, mini bir şort giymişti ve Afrikalı arkadaş, gözünü ayırmadan onun bacaklarına bakıyordu. Birden kadın, masanın altından adamın elini alıp kendi bacağına götürdü. Ben onların hemen çapraz taraflarında olduğum için görmüştüm bu olayı. Afrikalı arkadaşımız, bu hareketi beklemiyordu, şaşırmıştı, ama memnun gülümsedi ve elini çekmedi. Sınıfta sadece ben bu durumu fark etmiştim. Avrupalı kadın, belli ki, “Afrikalı fantezisi”ni gerçekleştirecekti. Onlar benim onları gördüğümün farkında değillerdi; daha sonra bundan kimseye de söz etmedim.
Yolculuklarda, uluslararası toplantılarda bazen bu tür şeyler oluyordu. Daha önce de bu tür olaylara, toplantılarda, havaalanlarında ve uçaklarda tanık olmuştum. Havaalanında yanımda yeni tanışan iki kişinin, beş dakika sonra kırk yıllık sevgili gibi el ele gezerek öpüştüklerini görmüştüm. Bazı insanlar özgür kaldıklarında, dünyanın öbür ucunda bir tamamen özgür bir ruh haline bürünüyorlardı. Ve bu tür insanların içlerindeki bastırılmış duygular açığa çıkıyordu. Orada bir süreliğine, tanıdık dünyadan, kurallardan ve insanlardan uzakta diledikleri gibi yaşıyorlardı.
Sürecek…
Erol Anar
Yazının birinci bölümü için aşağıdaki linke tıklayınız: