Uzun süredir Brezilya’da yaşayan, Türkçe ve Portekizce yapıtlar kaleme alan, Çerkes kökenli Türkiyeli yazar Erol Anar’ın ‘Sen’ adlı kitabı, uzaklardan uzaklara yazdığı mektuplardan oluşuyor. Satırlarından bilgelik, yaşam deneyimi ve yaşama sevinci süzülen bu mektuplar, yazın ve felsefe ağırlıklı. Neredeyse tümünde alıntılanmaya değer düşüncelerin bulunduğu mektuplarda, yazar, eleştiri oklarını kimi zaman kapitalizme ve onun yapışık ikizi olan tüketim toplumuna yöneltecektir, kimi zaman ise kapitalizme ve onun yapışık ikizine bilinçsizcesine bağlanan ortalama insana. Bu açıdan, Wilhelm Reich’ın ‘Dinle Küçük Adam’ kitabıyla kuzen sayabileceğimiz kitapta, buna ek olarak gezginlik ruhunun canlı tutulduğu görülür. Kitap, göçebeliğe bir güzelleme ve yerleşik yaşama bir yergi olarak da okunabilir.
Anar, mektuplarında sık sık, düşünceleriyle öne çıkmış yazarlara yer verir. Dostoyevski’den Jorge Amado’ya kadar uzanan bu yelpazede Anar’ın kalemi üzerinden yazarların iç dünyasında bir gezintiye çıkarız. Anar, yazar seçiminde ve bu yazarları ele alma biçiminde Avrupa merkezcilik gibi bir yanlışa düşmez. Mektuplarında Doğu’dan ve özellikle Çinli düşünürlerden söz açar; Batı-Doğu ve Kuzey-Güney gibi ulamları sorgular. İlerleyen sayfalarda, bu kez, eleştiri oklarının hedefi, göründükleri gibi olmayan kişilikler (özellikle de yazarlar) olacaktır.
Su gibi akıcı bir metin olan ‘Sen’, kendini okutur. Bir kez elinize aldınız mı, devamını okuyasınız gelecektir. Anar, kitabını izlediği filmler ve Nietzsche ve Rimbaud’dan yaptığı alıntılarla süsler ve kendi şiirine yer verir:
“Bir el bir ele dokundu
Sıcak bir ekmeğe saldıran
aç bir diş gibi
Kaba, hırçın ve sabırsız
Bir el bir ele dokundu
Çarmıhtaki İsa’ya dokunan Magdalena gibi
Şefkatli, acı dolu
Ve bir o kadar dingin
Bir el bir ele dokundu
Güneş aya
Yıldızlar gezegenlere
Nehirler denizlere
Bir el bir ele dokundu
Bir yalnızlık diğerine
Masallar gerçeklere
Aşklar uçurumlara
Bir el bir ele dokundu
Bir tanrı tanrıçaya
Ben sana dokundum
Sense düşlerime…” (s.30)
Yazar, mektuplarında çeşitli metaforlara başvurur:
“Ayna gibi misin, cam gibi mi? İyi bir soruydu. Düşünüyorum da, çoğumuz değişkeniz, yani bazen ayna gibi oluyoruz, bazen ise cam… Ayna olduğumuz zamanlarda, ilişkide bulunduğumuz kişiler, bizimle ilgili bir fikre sahip olamıyor ve aslında bizi gerçek anlamda hiç tanımadan ilişkiyi sürdürüyorlar. İlişkimizi bir cam derinliğinde yaşadığımızda ise, ilişki giderek güçleniyor ve derinlere ulaşıyor; ilişki, boyutlanıyor, derinlik kazanıyor.” (s.111)
(…)
“Şimdi aynaların sırlarını dökmenin tam zamanı dostum. Biliyorsun ki, sırrı dökülen ayna artık bir camdır ve şeffaftır. Artık o altındaki şeyleri gösterebilir. İçimizdeki aynaların sırlarını dökmeliyiz bu nedenle.” (s.113)
(…)
“Bence üç çeşit anahtar var:
Birincisi, insanın maddi ve toplumsal hayatındaki çeşitli ihtiyaç ve mekânları belirleyen anahtarlar. Bunlar bir evi, arabayı, işyerini ya da buna benzer şeyleri açmaya yarıyor. Ben bunlara bronz anahtarlar diyorum.
İkincisi düş anahtarları. Düş anahtarları ise, insana sonsuz bir dünyanın kapılarını açıyor. Ve bu anahtarlar, kişinin iç dünyasını da inanılmaz ölçüde zenginleştiriyor. Düş anahtarlarına sahip olan bir insan, artık dünyanın en zengin insanlarından birisidir. Düş anahtarlarına sahip olan kişi, içsel anahtarları da elde etme yolundadır. Düş anahtarları, gümüştür.
Üçüncüsü ise içsel anahtarlar. İçsel anahtarlara, maddi anahtarlardan çok daha zor sahip olunabiliyor. Bu anahtarlar insanın kendisini tanımasına ve böylelikle ikili ilişkilerinde daha sağlıklı davranışlar geliştirebilmesine olanak tanıyor. Çünkü, kendisini anlayabilen insanlar, ilişkide bulundukları kişileri de rahatlıkla anlayabiliyorlar. Bu anahtarlar, aşk ve sevginin kapılarını ardına kadar açabiliyor. İçsel anahtarlar, en zor elde edilen ve çok az insanın sahip olduğu altın anahtarlardır.
Bronz anahtarları, yani maddi ihtiyaç anahtarlarını elde eden bir insan, tatmin olmuyor çoğu zaman daha da mutsuz olabiliyor.” (s.115)
Mektuplarda sıklıkla işlenen bir izleğin sevgi, aşk ve ikili ilişkiler üçlemesi olduğu görülür:
“Sevgi yoksunluğu, içindeyaşadığımız çağın en temel sorunudur. Kapitalizmin yarattığı bireyci insan tipi en değerli özellikleri gibi sevgiyi de tüketmiştir. Sevginin tükenişi, insanın da tükenişini ifade etmektedir, çünkü sevgisiz insan yakıtı bitmiş bir arabadan farksızdır. Her insanın içinde bir sevgi deposu vardır. Bu depo kimi zaman dolu, kimi zamansa boştur. Sevgi ortaya çıktıkça ya da verdikçe depo dolmaktadır. Sevgi deposunun hacmi sonsuzdur.” (s.175)
2002 yılına geldiğimizde, mektuplar, Brezilya’dan, Curitiba (‘Kuriçiba’ diye okunuyor) kentinden gelmeye başlar. Anar’ın ilk Brezilya izlenimlerini öğreniriz. Yazar, Brezilya’yı idealize etmez. Orası da, başka ülkelerde olduğu gibi sorunlarla doludur. Orada da sokak çocukları vardır; ancak yazar burada insan ilişkilerini sevmiştir. Buraya döneceğine söz verir ve ömrünü buralarda geçirmeyi düşünür. Yıllar sonra öyle yapacaktır…
Erol Anar’ın uzaklardan uzaklara mektuplarından oluşan ‘Sen’ kitabını özellikle gezgin ruhlu ve yazın tutkunu okurlarımıza öneriyoruz.
Doç.Dr. Ulaş Başar Gezgin,
ulasbasar@gmail.com
Kitabın Künyesi: Anar, Erol (2003). Sen. İstanbul: Chiviyazıları.
“Sen” başlıklı kitabın baskısı tükenmiştir.