2008 yılında Brezilya’ya geliyordum. Şubat ayının başlarıydı. Ankara’da yoğun kar yağışı başlamıştı. Hatta televizyon haberine göre, bir ara Bolu dağında yoğun kar yağışı nedeniyle trafik akışı durmuştu. Ankara’dan otobüsle İstanbul’a gidecektim. Kar yağışı nedeniyle biletimi öğleden sonra 17.00 otobüsüne almıştım. Ertesi sabah erkenden İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan uçağım havalanacaktı. Hollanda Kraliyet Havayolları KLM ile önce Amsterdam, sonra da São Paulo’ya uçacaktım.
Beni otobüs terminaline arkadaşım Murat arabasıyla götürdü. Otobüsle yola çıktığımızda İstanbul’a ulaşamayacağıma ve uçağımı kaçıracağıma emin oldum. Yollar buz tutmuştu. Bazı yerlerde çok yavaş hareket ediyorduk. Neyse ki uçağımın hareket etmesine daha ön dört saatten fazla vardı.
Bolu dağına ulaştığımızda, bir yerde yarım saat kadar durduk. Yol açma çalışması vardı, karayolları ekipleri araçlarla çalışıyorlardı.
Olumsuz düşüncelerime karşın otobüs, yaklaşık on saatte İstanbul’a ulaştı. Sabaha karşı 03.00’te havaalanının karşısında inmiş ve bir taksi ile dış hatlar terminaline gitmiştim. Havaalanında çok az insan vardı. Neredeyse in cin top oynuyordu. Henüz sabah yolcuları gelmemişti.
Ben yavaş yavaş uçağımın kalkacağı kapıya doğru gittim. Kapıya ulaştığımda benim gibi erkenden gelmiş olan dört kişi gördüm. Bunlardan birisi bir tarafta yalnız oturuyordu. Diğer ikisi ise yan yana idiler. Bir diğer kişi ise onların birkaç metre sağındaydı. Ben de karşılıklı olan bu koltuklardan birisine oturdum.
Daha sonra dikkatle yolcuları süzmeye başladım. Karşımda yan yana oturan iki kişi kendi aralarında konuşuyorlardı. Portekizce konuşuyorlardı. Brezilyalı olduklarını tahmin ederek sordum:
“Brezilyalı mısınız?”
“Evet.”
“Ben de Brezilya’da yaşıyorum.”
Böylece onlarla Portekizce sohbet etmeye başladım. Bu kez sol yanımdaki kişi bana dönerek şöyle dedi:
“Hemşehrim, sen nereye gidiyorsun?”
Adam elli-elli beş yaşlarında gösteriyordu. Bu kez onunla sohbete başladım. Bu kez karşıda, o iki Brezilyalının birkaç metre sağ tarafında oturan Afrikalı bakmaya başlamıştı. Onunla da konuşmaya başladım. Brezilyalılarla Portekizce, Afrikalı ile İngilizce ve sağ yanımdaki kişi ile de Türkçe konuşuyordum. Birbirlerini de tanımak isteyince, ben de çeviri yapmaya başladım.
Sağ yanımdaki kişi Türkçe olarak kendini tanıttı:
“Ben bir Kürdüm. Çocuklarım Amsterdam’da yaşıyor, onları ziyaret etmeye gidiyorum. Bir kızım ve bir oğlum var orada.”
Ben de kendimi bir Çerkes olarak tanıttım. Çerkesleri duymamışlardı, biraz anlattım.
Bu sözleri İngilizce ve Portekizce’ye çevirdikten sonra bu kez iki Brezilyalı genç söze başladılar:
“Bizler profesyonel futbolcuyuz. Antalya’da yirmi yaş altı milli takımlar arası bir turnuvaya katıldık. Ve şimdi de geri dönüyoruz.”
Bunlardan birisi São Paulo genç takımında, diğeri ise benim de yaşadığım Parana eyaletindeki Paranavai takımında oynuyordu.
Bu kez sıra Afrikalı gence gelmişti.
“Ben aslen Somaliliyim. Kanada’da yaşıyorum. Mülteci olarak oraya gitmiştim. Bir süre önce annem babam, Afrika’dan Türkiye’ye geldiler. Onları da Kanada’ya götürmeye uğraşıyorum. Birleşmiş Millletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne başvurdular burada.”
Artık herkes birbirini tanıyordu. Çok ilginç ve renkli bir grup olmuştuk. Şöyle bir baktım. Dört kıtadan beş insandık ve üç farklı dilde anlaşıyorduk. Biraz Kanada’nın soğuğundan, Avrupa’daki ırkçılıktan, Brezilya’daki renkli hayattan söz ettik. Her biri bir umudu taşıyordu. Kürdün çocuklarına yönelik umutları vardı. Brezilyalı gençlerin düşü, Avrupa’da bir futbol takımına kapağı atmaktı. Somalili ise anne babasını da, kendisi gibi, sefaletten “kurtararak” Kanada’ya götürmek istiyordu.
Brezilyalılar bana sordular:
“Erol arkadaş, sen kaç dil biliyorsun?”
“Ne tesadüfse konuştuğum dillerden insanlar burada toplanmış.” dedim gülümseyerek.
Uçak saati geldi. Bu kez Hollanda Kraliyet Havayolları ile gidiyordum, KLM ile. Uçakta koltukların yarısı boştu. Yine yan yana oturduk ve Amsterdam’a kadar sohbetimize devam ettik. Amsterdam’da Kürt ve Kanada’da yaşayan Somalili arkadaşlarımız bize veda ederek ayrıldılar. Somalili, Kanada uçağına binecekti.
Brezilyalılarla transit salonuna geçtik. Bir anda karşımıza köpekli Hollandalı polisler çıktı. En az bir metre boyundaki köpekler tek tek yolcuları kokluyor, hatta bazen iki ayaklarının üzerine kalkarak, yolcuların omuzlarına patilerini koyuyorlardı.
Hollanda, Avrupa’ya açılan uyuşturucu yoluydu. Tabii bir de uçak Güney Amerika’ya uçacaksa önlemler abartılıyordu. Yolcuları köpeklerle ince ince arıyorlardı, ama diğer yandan nasılsa tonlarca uyuşturucu gemilerle, kamyonlarla ülkeye giriyordu.
Köpeklerin ağızları, koklamaları için tasmasızdı. Brezilyalı arkadaşlarım şaşırmışlardı:
“Amigo Erol ne oluyor, bu nedir?”
“Avrupa’ya hoş geldiniz!” dedim.
Avrupa’ya ilişkin hiçbir şey bilmiyorlardı. Brezilya’da Avrupa’daki gibi bir ırkçılık yoktu. Sarı, siyah, beyaz, kahverengi herkes birbirine karışmıştı.
São Paulo’da birbirimize veda ettik. Herkes kendi yoluna gitmişti. Bu yolculukta dört kıta ile karşılaşmıştım: Asya, Afrika, Kuzey ve Güney Amerika.
Kitaplardan çok, insanlardan öğreniyordum.
Erol Anar