Oysa seni Çerkesya’da, ülkeyi yerle bir etmiş büyük bir soykırımın yıkıntıları arasında canlı olarak bulmayı, elin elime değdiğinde hayatın tüm sevinçlerini ve onulmaz acılarını aynı anda yaşamayı ve ülkenin ölü bir martı yavrusuna benzeyen enkazına bakarak saatlerce ağlamayı isterdim. Eğer yedi hayatım daha olsaydı, yedisini de o an hiç düşünmeden vererek, soykırımda can vermiş yedi insanı diriltmeyi isterdim.
Kommagene kralı Antiokhos ile tanrıların selamlaştığı noktada senin ellerini tutmayı ve sanki tanrılarla selamlaşır gibi heyecanlanmayı, kanımın damarlarımda sonsuz bir hızla at koşturmasını ve Oşhamafe dağından tepeden tırnağa titreyen bedenimi, o uçsuz bucaksız, o esirgeyici ve bağışlayıcı Adigey ovasına bir tüy hafifliğinde bırakmayı isterdim.
Büyük İskender’e yenilerek Hindistan yollarına düşen Krallar Kralı Perslerin başı Darius gibi bütün ihtişamımı yollara serperek, yenilsem de asla sarsılmaz onurumla, gururla başımı gökyüzüne çevirerek sana doğru at sürmeyi isterdim. Bir zamanlar “Ey Kral Darius, çok yaşa!” diyen insanların sesi kulaklarımda hayatın ne kadar da anlamsız olabildiğini ve aşk gibi kırılgan olduğunu düşünürdüm. Hep yenenlerin yanında at sürmek istemiştik, oysa ben yenik, ama dudaklarında taşıdığı silinmez bir gururla kaçan Darius’un yanında onun müthiş hüznünü paylaşarak, belki de seni orada bulacağım umuduyla bir bilinmeze, o büyülü ülkeye gitmek isterdim. Ve ona fısıltıyla da olsa demek isterdim ki, Ey koca kral! Bu dünyada hiçbir derinlik yoktur ki, yenilmiş bir insanın içinde açılmış hüzün çukuruyla kıyaslansın. Ve bu çukura düşüp çıkabilen insan artık iki kere insandır. O artık insanoğlu ya da insan kızı insandır.
Tur dağında ateşe yürüyen ve sakalları yanarak ateş kırmızısına dönüşen, kırk gün yemeden içmeden tanrıyı düşünen, kırk gün sonra kavminin arasına dönerek on emirin yazılı olduğu levhaları yere bırakan Musa gibi, Oşhamafe dağında, geceleri ellerinden ışık saçılan Nart gelini Adıyıf’ın aydınlattığı yolumda kırk gün seni düşünmeyi, bir gün yanına döndüğümde aşkımızın yazılı olduğu levhaları ayak uçlarına bırakarak, ateşten yanmış kırmızı sakallarımla seni usulca öpmeyi, bir deri bir kemiğe dönüşmüş kırılgan vücudumla sana sarılmayı isterdim.
Ruhunu huzura kavuşturmam için yalvaran sana, tıpkı kral oğlu Bodhidharma gibi, “Bir ruhun olduğunda bunu yapacağım.” demeyi, peşinden gittiğin ama aradığında bulamadığının farkına varıp huzura kavuştuğunu görmeyi, evetin ve hayırın ötesinde olanı, bir kez görülüp bir daha görülmeyeni çiçek bahçesine benzeyen eteklerine sermeyi ve senin tenine, etine, kemiklerine, sessizliğine ve özüne sahip olmayı isterdim.
Erol Anar