Oysa bir bireyin özgürlüğünden başlamayan hiçbir serüven toplumsal özgürlükle sona ermez.
Aslında toplumsal ideolojilerin hedefi bile toplumu oluşturan bireyleri mutlu etmektir. Asıl olan bireydir. Çünkü toplum soyut bir kategori değil, bireylerden oluşan bir birliktir. Ancak yüzyıllardır dünyada egemen olan anlayışlar, bireyi toplumun, ulusun, sınıfın ve “yüksek ideallerin” hedefi için feda edilebilir değersiz bir şey olarak ele almışlardır. Ne kadar çok bireyi ölürse, o ulusun daha da fazla bir ulus olmaya, ya da topluluk olmaya layık olduğu düşüncesi dile getirilmiştir. Bir birey ne zaman kendi haklarını gündeme getirirse bir topluluk içinde, hemen yerine göre, “bencil”, “kendinden başkasını düşünmeyen”, “küçük burjuva”, “bireyci” gibi damgaları yemekten kurtulamaz.
Oysa bir bireyin özgürlüğünden başlamayan hiçbir serüven toplumsal özgürlükle sona ermez.
***
Psikanalist Arno Gruen, “Empatinin Yitimi” başlıklı yapıtında şöyle diyor:
“Önce kendi kurbanlık durumumuz karşısında bizde bir bilinç gelişmelidir sonra da bunu toplumsal bütünlük içinde değerlendirebilmeliyiz. Bu bilinç gelişmeden kendimizi eski otoriter yapılardan kurtarmanın ne kadar gerekli olduğunu göremeyiz ve kendimizi tekrar sadece adı değişmiş başka bir otoriteye tabi kılarız.”[i]
İnsanlık binlerce yıldır otorite altında yaşamaya o kadar alışmış ki, bu itaat kültürü toplumsal genlerle bizlere aktarılıyor. Bir otoriteye başkaldırır görünürken, çoğu zaman başka bir otoritenin yargı alanına giriyoruz. Özgürlük adına, kendi özgürlüğümüz üzerinde otorite kurulmasına izin veriyoruz. Ve durum bu olmasına karşın sanki özgürmüşüz ve özgürlük için mücadele ediyormuşuz gibi kendimizi kandırıyoruz.
Oysa hayatımız bir itaatler bütününden ibaret. Dernekte, sendikada, partide itaat ediyoruz uysalca. Çoğu zaman ‘belki aykırı bulurlar’ diyerek görüşlerimizi bile dile getirmekten kaçınıyoruz.
Çünkü otorite ister devlet olsun, isterse başka bir güç, farklı düşünceden ya da muhalefetten hoşlanmaz. İşte bu nedenle ister devlet, isterse ona karşı kurumlar olsun yaptıkları ilk iş tıpkı vahşi bir atı evcilleştirir gibi bireyin özündeki isyan ruhunu öldürmek ve onu sıradan özelliksiz bir yapıya büründürmektir. Bireyler böylelikle birbirine tıpatıp benzetilir. Böylelikle kendi özgün kişiliğinden ödün veren hatta onu yitiren kişi, otoriteye itaat eder.
Oysa nerede olursa olsun, hiçbir otoriteye boyun eğmemeli insan ve düşüncelerini baskı altında olmadan özgürce söyleyebilmelidir. Kendi özgün kişiliğinden vazgeçerek bir topluluğa ait olmak yerine, o topluluğa kendi özgün kişiliğiyle üzerinde baskı olmadan, gönüllü ve istekli olarak uyum sağlamalıdır. (Aidiyet değil, uyum)
Yoksa zaten kendisi tutsak olan ruhlar, özgürlük getiremez.
“Otoriter vicdan (Üst Benlik), içselleştirilmiş olsa bile, kişinin dışındaki bir güce itaat eder. Bilinçli olarak kişi kendi vicdanının izlediğine inanır. Oysa gerçekte, gücün ilkelerini kabullenmiştir. Bunun tek nedeni, üst benlik ve insani vicdanın yansımasını özdeş olduğu yanılgısı, ayrıca içsel otoritenin, kişiye ait olmadığı açıkça ortada olan otoriteden çok daha etkin olmasıdır. ‘Otoriter vicdan’ a itaat, dış güçlere ve düşüncelere yönelik tüm itaatler gibi, varolma ve kendini yargılama yetisi olan insani vicdanı zayıflatma eğilimindedir.”[ii]
Bence insanlığın bir bütün olarak, toplumsal olarak mutluluğu, eşitliği, özgürlüğü yakalaması gerektiğine inanıp da, bireyi önemsiz görmek, bir çelişkiden başka bir şey değildir.
Daha önce de yazdım toplum bireyden başlar, birey toplumdan deǧil. Toplum, her şeyden önce her birisi eşsiz olan bir bireyler topluluğudur.
***
İnsan toplumsal bir varlıktır; sınıfsız, sömürüsüz, özel mülkiyetin olmadığı, devletsiz bir toplumda insanın özgürlüğe yaklaşacağını düşünüyorum. O toplumda, tek tek her birey eşsiz bir değer görecek ve kendi özgün kişiliğini, düşüncelerini özgürce ifade edecektir. Ama eğer birey birey değil de, salt bir kütlenin herhangi sıradan bir parçası olarak ele alınırsa, o toplum da hiçbir zaman özgür olmayacaktır. Amaç tek tek her insanın mutluluǧu ve özgürlüğü olmalıdır. Birey özgürlüğünü, başkalarının özgürlüǧüyle birleştirerek, -onları çiğneyerek değil- sınırsız olarak yaşayabilmedir. Çalışmak istemiyorsa çalışmamalı, tek başına yaşamak istiyorsa yaşamalıdır. Yani yapmak istemediği hiçbir şeye zorlanmamalıdır. Ancak kendi sorumluluǧunu da kendisi üstlenecektir bu halde.
Eğer siz kendi içinizde bireyin düşünce özgürlüğünü tanımıyor, demokratik haklarını engelliyor ve düşüncelerini ifade etmesine set çekiyorsanız, getireceğiniz sistemde ne demokratik yöntemler, ne de özgürlük olacaktır. Otorite el değiştirmiş olacaktır yalnızca.
Eğer toplumu bir kütle olarak ele alır ve onun tek tek farklı bireylerden oluştuğunu gözden kaçırırsanız, o zaman sizin kuracağınız toplum hiçbir zaman mutlu olamayacaktır. Çünkü toplum içinde tek tek bireylerin kendine özgün kişilikleri, farklı düşünceleri, alışkanlıkları, inanışları hepsi birer zenginliktir. Eǧer bunları yok sayıp toplumu tornadan çıkmış gibi birbirine tıpatıp benzeyen bireylerden oluşturmaya yönelirseniz, o zaman Hitler’in yapmaya çalıştığına yaklaşmış olursunuz. Yani birey her şeyin temelidir, toplumun da. Bireyi önemsizleştirmek, insanları aynı kategoride tıpatıp birbirine benzeyen bir davranışla ele almak biraz da Orta Doğu toplumlarına özgüdür. Çünkü, birey orada kendi tarihsel gelişim çizgisi içerisinde gerçek anlamda özgür bir birey olamamış, dinsel tabularla, geleneklerle ve cemaatlerle her yandan kuşatılmıştır. Birey kelimesini bile seslendirmeye korkar insan bu toplumlarda.
İnsanlar önce birey ve kendileri olmalı, ondan sonra gönüllü olarak toplumun bir parçasını oluşturmalıdırlar.
Birey toplumun içinde kaybolup sürünün bir üyesi değil, tam tersine özgün kişiliğiyle ve deneyimleriyle toplumun ona zenginlik katan bir üyesi olmalıdır.
Erol Anar
Haziran 2017
Paraná-Brezilya
[i] Arno Gruen: “Empatinin Yitimi”, Çitlembik Yayınları, Üçüncü Basım: Temmuz 2012, s. 20.
[ii] Erich Fromm: “İtaatsızlık Üzerine Denemeler”, Çeviri: Ayşe Sayın, Yaprak Kitap Yayın, İstanbul, 1967, s. 11.
Güzel bir yazı olmuş. Elinize kaleminize sağlık…