Sevgili Uzaklar,
Bugünlerde nesneler dünyası ve insanın bu dünyadaki yeri üzerine düşünüyorum. Şöyle bir düşündüm de, nesnelerin hayatımızdaki yeri ve etkisi inanılmayacak kadar büyük.
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, nesnelere insan ilişkilerinden daha fazla değer biçiyoruz. Kapitalist sistemde, insan da bir metaya dönüştürülmüştür. Hatta bu sistemde insan bir vidadır, basit bir nesnedir. Kendi hayatına iradi müdahale etmekten uzak olduğu gibi, toplumsal hayata da ilgisizdir.
Kırk yıllık bir dostluğu bile, işlevini yitirmiş bir nesne nedeniyle gözümüzü kırpmadan bozabiliyoruz. Bir dostumuza bir nesneyi ödünç veriyoruz, o nesneye en küçük bir zarar geldiğinde açıyoruz ağzımızı, yumuyoruz gözümüzü. Ve dostluğumuz son derece ucuz bir nesneden daha değersiz bir hale dönüşüyor.
Geçtiğimiz yılların Oscar ödüllü filmlerinden “American Beauty (Amerikan Güzeli)”nin bir sahnesinde filmin kahramanı olan bir çift tartışıyor. Adam, kadının üzerine titrediği İtalyan stili mobilyaların üzerinde oturmaktadır. Kadın, adama mobilyalara dikkat etmesini söylediğinde, adam mobilyanın kumaşını eliyle sertçe çekerek hiddetle kadına şuna benzer sözler söyler: “Bunlar eşya! Bunları bize hizmet etmesi için aldık. Bunları atarız yenilerini alırız. Sen eşyalara verdiğin önemi hiçbir zaman ilişkimize vermedin.”
İşte böyle dostum! Sen de nesnelere verdiğin önemi hiçbir zaman insanlara göstermedin. Bırak insanları, kendine bile nesneler kadar değer biçmedin. Arabanda küçük bir çizik olsa üç gece uyuyamazsın da, düşüp kafanı yere vursan aynı gece horul horul deliksiz uyursun. Televizyonun arızalansa hemen ilk fırsatta tamir ettirirsin de, kendinin ve sevdiklerinin sağlık sorunlarını hep ertelersin.
Dikkat ettin mi dostum, nesnelere hep korumacı bir tavırla yaklaşıyorsun: “Aman bozulmasın, aman çizilmesin…” Bu durumda da nesne sana değil, sen nesneye hizmet ediyorsun. Sahip olduğun herhangi bir nesneye bir şey olacak diye ödün patlıyor. İnsanların büyük bölümü bugün, tıpkı senin gibi imajlarının ve nesnelerinin hizmetçisi olmuş durumda.
Beş para etmez bir bardak kırılmasın diye dört dönüyoruz da, en yakınımızdaki insanları gözümüzü kırpmadan kırıp bin parçaya ayırıyoruz.
En ucuz bir nesneye, en büyük bir sevgiyi feda edebiliyoruz.
Sevgili Uzaklar,
Tükenmiş olan “Batı”nın yine büyük derinlik ve zenginliğe sahip olan “Doğu”dan aşırarak bir moda gibi piyasaya sürdüğü son günlerin popüler kavramlarından biri de Feng Shui. Özellikle Londra ve pek çok kentte Feng Shui kitapları, mutfağı, hediyelik eşyaları ve dekorasyon malzemeleri yapan dükkanlar var. Batı’da birçok insan evini bu felsefeye göre yeniden düzenliyor. İnternet’te yüzlerce site açıldı bu konuda, ayrıca Feng Shui danışmanları, yemekleri ve hatta makyajı bile var.
Konunun popülerliğini, içinin boşaltılmasını ve bir ticarete dönüştürülmesini bir yana bırakırsak, Feng Shui, Çin’in 3500 yıllık konumlama ya da uyumlu yaşama sanatı. Kelime anlamı ise, rüzgâr ve su. Rüzgâr ve su, Çinlilere göre, yeryüzünün eğimini, şeklini, topografyasını belirliyor. Diğer bir unsur, çevremizde gördüğümüz her şeyi oluşturan beş doğa elementi; ağaç, ateş, toprak, metal ve su. Ayrıca dişi Yin ve erkek Yang enerjileri de önemli.
Taocu felsefeden türeyen Feng Shui’de insanın çevresiyle ve etrafındaki nesnelerle uyum içinde yaşaması öngörülüyor. Nesnelerin düzenlenişinin insan hayatına pozitif ve negatif etkileri olduğu öne sürülerek, nesneleri en uygun biçimde düzenlemenin insan hayatına olumlu etkiler yapabileceği dile getiriliyor.
Bu felsefeye göre yapılan bazı önermeler şunlar: “Evinizde kırık, bozuk nesne tutmayın; Mobilyalarınızın Yin (yuvarlak hatlar) ve Yang (düz hatlar) özellikleri ahenkli olmalı; Kapıyı açtığınızda ilk göreceğiniz şey boş bir duvar değil, bir manzara resmi veya ayna olursa refah getirir; Yatak odanız gün ışığı almalı ama yatak çok almamalı, yoksa gece bu enerji sizi uyutmaz; Yaşamınızda aşkın eksikliğini hissediyorsanız, odanızdaki tüm oyuncakları ve çocukça şeyleri, işle ilgili malzemeleri kaldırın…”
Sevgili Uzaklar,
Oysa bizim hayatımız hep kırık ve bozuk nesneleri kullanmaya çalışmakla geçmiyor mu dostum? Atmaya kıyamadığımız bozuk nesneler bizim ruhsal dünyamızı altüst ediyor da farkına bile varmıyoruz.
Bütün bunlar bir yana bence Feng Shui felsefesi, nesneleri yönetmek ve onları bedenimizle uyumlu bir şekilde düzenlemek anlamına geliyor. Nesneleri yönettiğimiz ve onların üzerimizdeki belirleyiciliğine son verdiğimizde ve bir uyum yakaladığımızda daha dingin yaşayabileceğiz. Ve bu durumun ortaya çıkardığı pozitif yansımalar da ikili ilişkilerimizde daha sağlıklı davranışlar göstermemize neden olacak.
Sevgili Uzaklar,
Biz nesneleri değil, nesneler bizi yönetiyor. Nesneleri basit araçlar olarak görmedikçe, ikili ilişkilerimiz de sorunlar yumağına dönüşüyor. Nesnelere neden bu kadar önem verdiğimize gelince, bence nesneler -markalarla birlikte- insanlara imaj sağlıyor. Ya da insanlar nesnelerle kendilerine bir imajlar dünyası kuruyorlar ve dış dünyanın önüne de bu imajla çıkıyorlar. Kendisine güvenemeyen, düşünce ve yaratı üreterek dünyaya iradi müdahale yapamayan insan tipi imajlara sığınıyor. Bu aynı zamanda post-modern dünyanın bir yanılsaması.
Kullandığı nesne ne kadar ´pahalı ise kiși kendisini o kadar “değerli” hissediyor.Tüketim kapitalizminin vardığı boyut olan post-modern dünyada imaj her şeyden önemlidir.
Örneğin cep telefonlarının kullanımına dikkat edelim. Bir grup ortamında insanlar sohbet ediyorlar. Ama herkesin gözü masanın üzerinde açık bulunan telefonunda. Derken birisinin telefonu çalıyor. Telefonu çalan kişi anında telefonuna saldırıyor ve arayan kişiyle konuşmaya başlıyor. Bu sırada orada konuşan kişinin sözlerinin bölünmüş olması kimseyi rahatsız etmiyor. Sonra aranan kişi telefonunu kapatıp yeniden sohbete katılıyor. Daha sonra bir başkasının telefonu çalıyor, o da telefonuna saldırıyor. Derken aslında o grupta sohbet etmeye çalışan insanlar monolog yapıyorlar, diyalog değil. Hatta çalan telefonlardan fırsat bulup monolog yapmaya bile fırsat bulamıyorlar.
Ya da iki kişi bir masada karşılıklı oturuyorlar. Ve ikisi de cep telefonlarıyla mesaj çekiyorlar birilerine. Karşılıklı oturduklarının farkında bile değiller.
Cep telefonu denilen nesne, çoğu insanın dünyasında çok önemli bir yere sahip. İnsanların çoğu telefonlarını 24 saat açık tutuyorlar. 15 dakika kapatmaya bile razı olmuyorlar, sanki dünyanın en önemli olayını duymayı bekliyorlar. Toplantıları terk edip telefonla konuşuyorlar. İnsanlar telefonları değil, telefonlar insanı yönetiyor, belirliyor.
Sevgili Uzaklar,
Nietzsche’nin sözünü ettiği gibi, ruhumu aslanlaştırmak, özgürlüğü ele geçirmek ve kendi çölümün efendisi olmak istiyorum. Bunu yapabilmek için de, nesnelerin hayatımdaki etkisini en aza indirmem gerektiğini biliyorum. Ve kesin zafer için büyük ve zorlu o ejderle işte burada boğuşmam gerektiğini de biliyorum. Ejderlerin o en zorlusunun dediği gibi, “Nesnelerin bütün değerleri bende parıldar. Bütün değerler çoktan yaratılmıştır ve bütün yaratılmış değerlerim ben.”
Taocu felsefede kişi bütün nesneleri kendi özüne çekip onların efendisi oluncaya dek belirli bir yöntemle mücadele eder. Bu süreçte kişi, hayatın karşısına boş ellerle çıkar.
Öyleyse hayatımızı yeniden kurmalıyız dostum. Hayatımızdaki her şeyi yeniden yerli yerine koymalıyız. Nesneleri yönetmekle ve onlara hiç değer vermemekle başlayabiliriz işe. Nesnelerin hayatındaki yeri ve etkisini sınırlandırdıkça, sevginin açığa çıktığını ve hayatında sevginin değerinin arttığını göreceksin. İkili ilişkiler ile nesnelerin hayatımızdaki yeri ve öneminin doğrudan ilişkisi var.
İşte en kötüsü de bu dostum: İnsanları birer nesne gibi dahi görmemek. Nesnelere vermemiz gerek değeri insanlara, insanlara biçeceğimiz değeri ise nesnelere biçiyoruz. İşte bu nedenle ilişkilerimizde başarısız oluyor ve onları birer mutsuzluklar yumağına dönüştürüyoruz.
Filozoflar ve bilgeler en az nesneyi kullanarak hayatlarını sürdürmeye çalışırlar. Dervişlerin felsefesini de bu bakış oluşturur: Bir lokma, bir hırka…
Fıçısının başında dikilen Büyük İskender’e, “Gölge etme başka ihsan istemem” diyen Diyojen de, hayatı boyunca erdemi aramış yüce bir insandı. Güpegündüz elinde feneriyle insanı ve erdemi arayan Diyojen, bir gün bir çocuğun avucuyla çeşmeden su içtiğini görür ve kendi kendine, “Bu çocuk bana hâlâ gereksiz eşyalarım olduğunu öğretti.” der ve su içmek için kullandığı çanağını kırar.
Elbette, özellikle teknolojik nesnelerin hayatı kolaylaştırdığını ve onlara ihtiyaç duyduğumuzu, onlardan tümüyle vazgeçemeyeceğimizi söyleyebilirsin. Tümüyle vazgeçemesek bile onların hayatımıza olan etkisini sınırlayamaz mıyız? Ne dersin?..
Sevgiyle kal.
Brüksel
13 Mayıs 2001
Erol Anar