Sevgili Uzaklar,
Son yıllarda Avrupa’ya her geldiğimde olduğu gibi can sıkıntısı hissediyorum. Her geldiğimde biraz daha ruhsuz, anlamsız görüyorum buraları. Ama burada sevdiğim dostlarım var. Kaldığım evin kitaplığında Bukowski’nin her nasılsa henüz okumadığım bir kitabını buluyor ve sevinerek kitabı okumaya başlıyorum. Daha sonra bir an durup –artık eskisi kadar sevmesem ve onu okurken sıkılsam da- bu adamda sevdiğim ne diye düşünüyorum. Aslında ilk bakışta “iğrenç bir insan” görüntüsü veriyor yazar. Belki de gerçekten öyle birisi ve okuyucuda bu izlenimi oluşturmak için çok çaba göstermemiş bu yüzden. Dostlarını satıyor, kadınları yalnızca düzülecek yaratıklar olarak görüyor, hiçbir değere inanmıyor, her şeye ve herkese küfür ediyor. Ama bütün bunları yaparken – her ne kadar kendisi bu iddiada olmasa da- hayata felsefi bir bakışı var. “Sıradan Delilik Öyküleri”, kitabın adı bu. Öyküler okuyucuyu hemen içine çekiyor yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi. Düşünüyorum da Bukowski aslında hep aynı şeyi yazmış: At yarışları, kadınlar, düzüşmek, kusmak, içki… Ama onu diğerlerinden farklı kılan tek bir özelliği var: Kendi iğrençliğini yüzeye çıkarmak ve o iğrençlikle barışık yaşamak. Hepimiz aslında Sartre’ın dediği gibi saf değil, iğrenciz.
Kitaptaki bir öyküde dört yaşındaki bir çocuk babasına, “Hapis nedir?” diye soruyor ve baba şöyle yanıtlıyor bu soruyu: “Her şey hapistir.” Gerçekten de hayatımıza şöyle bir baktığımızda sistem, toplum ve kendimiz belki binlerce kez tutuklandığımızı, hapsedildiğimizi rahatlıkla görebiliriz. Sanki bedenimiz binlerce parçaya ayrıştırılmış ve parçalardan her biri ayrı bir hücreye hapsedilmiş.
Çevremizdeki her insan bizim için birer hapishaneye dönüşmüş, biz de o insanlar için… Sonsuzluktan, sınırsızlıktan o derece korkuyoruz ki sanki karlarla örtülü uzak bir ormanda vahşi gözleri parlayan bir kurt sürüsünün ortasındaymış gibi çaresiz ve çırılçıplak hissediyoruz kendimizi. Ve hemen koşarak, bilerek ve isteyerek giriyoruz hücrelerimize. Bedenimizi ve ürkek ruhumuzu hücrelerimize attığımız an rahatlıyor ve karanlığa gömülerek huzur bulduğumuzu sanıyoruz.
Toplumsal hayat içerisinde bir insanın hatalarını, eksiklerini açıkça söylemesi her ne kadar hoşgörüyle karşılanmasa da, içten içe bir saygı beslenir böylesi insanlara. Bazı insanlar, görünüşte “açık ve dürüst” bir çizgi oluştururlar. Genel geçer toplumsal değerleri bir çırpıda yok sayar, karşılarına alır, her şeyi küçümser, küfür eder, doğrunun ve erdemin tam karşısında marjinal bir biçimde konumlanırlar. Başkalarına zarar veren eylemleri gündeme geldiğinde ise bu eylemlerini savunur ve kendilerinin zaten bunu yapabileceklerini söylemiş olduklarını hatırlatırlar. Böylece kendileri için sahte bir özgürlük elde etmiş olurlar. Bu özünde açıklık değil, sahtekârlıktır. Her şeyi mūbah gören, neye dair olursa olsun hayata inancı olmayan kişi, zayıf, korkak, bencil ve fazlasıyla egoisttir.
Sevgili Uzaklar,
Aslında doğruyu basit bir biçimde ortaya koyuvermek, insanları en çok rahatsız eden durumlardandır. Bu yüzden çoğu zaman doğrunun uzaklarında gezinmeyi, onu ortaya koymaktansa uzaktan işaret etmeyi tercih eder çoğu insan. Doğru işte orada bir yerdedir; orada olmasının bir zararı yoktur, yeter ki dokunabileceğin kadar yakınlarda olmasın. Bu dünyada insanları en çok tedirgin eden şey, doğrunun çok yakınlarında bulunmaktır.
Bukowski, hayatı hep olumsuz yanlarından ele alır. Hayatının büyük bölümü yoksulluk ve acı içerisinde geçtiğinden, kendisi almazsa kimsenin ona bir şey vermeyeceğini keşfetmiş, bu nedenle olsa gerek bencillik onda adeta içgüdüseldir. Başkalarının sınırlarına girmemeye özen gösterir – kadınlar hariç- ve kendi sınırlı dünyasında bira ve atlarla yaşamayı tercih eder. Ve o, kendisi marjinal yaşayan bir adam olmasına karşın, marjinal insanlardan hiç haz etmez: Homoseksüelleri, siyahları ve kendisi gibi serseri yaşayanlardan hoşlanmaz. İnsanlar nedense kendi “türlerinden” kendilerine benzeyen insanlardan hoşlanmıyorlar. Bir yazar diğer yazarları sevmiyor, bir tiyatrocu diğer tiyatrocuları. Bu liste böylece uzayıp gidiyor.
İnsanlar genellikle olayların, kavramların ve fenomenlerin olumsuz yanlarının dile getirilmesini de sevmezler. Bunların üzerindeki perde kaldırılıp pek de hoş olmayan manzarayı görmeye dayanamazlar ve üzerini örterler. Tıpkı tuvalette klozete bakmadan sifonu çekmek gibi bir şeydir bu. İşte belki de Bukowski’nin yaptığı da yazdıklarına bakmadan, onları yeniden okumadan yayıncıya vermiş galiba. Yani aşağıya bakmadan sifonu çekmiş.
İnsanın ruh hali değişkendir; ikili ilişkilerin, olayların ve çeşitli etkenlerle birlikte kişi zaman zaman karamsar, umutsuz, bazen de iyimser ve umutlu olabilir. Ancak toplumsal olgulara ilişkin umutsuz olduğunuzu insanlara söylerseniz, insanlar sizin gibi düşünseler de bu düşüncelerini toplum önünde dile getirmekten kaçınırlar.
Hayatı bir futbol oyunu olarak düşünürsek, maçın henüz ilk dakikalarında bir gol atıyoruz ve kalan dakikalarda maçın üzerine yatmak için zaman geçirmeyi tercih ediyoruz. Topu sürekli taca atıyoruz ya da top çeviriyoruz. Ve maçın son beş dakikasında yediğimiz iki golle mağlup oluyoruz. Ve tekrar zamanla yarışarak bir gol atmaya çalışıyoruz. Şimdi şöyle bir düşünelim: Seksen beş dakika bizden yana olduğunu sandığımız ve cömertçe harcadığımız zaman birdenbire aleyhimize döndü. Ve o an seksen beş dakika zamanı nasıl olup da bol keseden harcadığımıza yanıyoruz. Hayat asla, 1-0’ın ūzerine yatmana izin vermez.
Çoğu zaman bir şeylerin bizim olduğunu düşünüyoruz ve ona yönelik çaba harcamaktan kaçınıyor, zamanı değerlendirmiyoruz. Tam böyle olduğunu düşünürken, bizim olduğunu düşündüğümüz şey bir balık gibi ellerimizden kayarak uzaklaşıyor. Bu bazen bir aşk bazen ise başka bir şey olabiliyor. Öyleyse sevgili dostum hayatı tıpkı bir maç gibi doksan dakika oynamak ve zaman doldurmaya çalışmadan sürekli mücadele etmek gerekiyor.
Erol Anar
Sevgiyle kal.
Köln
3 Haziran 2002
Not: Yazarın baskısı tūkenmiş olan “Sen” adlı kitabından…