Çoǧu insan, özel mūlkiyetin olmadıǧı, sınıfsız, sömūrūsūz, eşitlikçi lidersiz ve özgūr bir toplumun olamayacaǧını, böyle bir şeyin insan doǧasına aykırı olduǧunu dūşūnūr. Ortaya çıkacak karmaşayı ve kaosu kim ve nasıl dūzenleyecektir? Öyleyse devlete ihtiyaç vardır bu dūşūnceye göre, tabi ki sınıflara, sömūrūye de. Bunda dinlerin ve birçok başka etkenin de rolū vardır kuşkusuz.
“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘bu benimdir’ diyen ve ona inanacak denli saf başkalarını bulan ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Kazıkları sökerek ya da hendeği doldurarak başkalarına, ‘Bu düzenbazı dinlemeye son verin, meyvaların herkese ait olduğunu ve toprağın hiç kimseye ait olmadığını unutursanız bittiniz demektir’ diye bağıracak biri, insan soyunu hangi suçlardan, savaşlardan, cinayetlerden, sefilliklerden ve dehşetlerden kurtarırdı.”[1]
Ancak insanlık tarihine şöyle bir bakarsak özel mūlkiyet ve devletin ortaya çıkışı çok da eski bir olgu deǧildir. Bu gūnkū insan olan Homo Sapiens Sapiens‘in yaklaşık binlerce yıldır yaşadıǧı bilinir. Ancak devletin kökenleri Neolitik devrime kadar uzanır. Modern devlet ise 16. yūzyıldan itibaren şekillenmiştir; modernleşmiş ve egemen sınıfların elinde bir baskı aracı ve ideolojik aygıt olarak kullanılmaktadır.
Engels de özellikle Lewis H. Morgan’ın “Ancient Society“ kitabından yararlanarak yazdıǧı “Ailenin, Devletin ve Özel Mūlkiyetin Kökeni” başlıklı kitabında, bu arada devletin sessiz sedasız geliştiǧini, önce kentle köy, sonra kent sanayinin çeşitli kolları arasında işbölūmū tarafından yaratılmış yeni grupların kendi çıkarlarını gözetmekle yūkūmlū yeni kurumlar yarattıklarını ve böylece yeni görevlerin ortaya çıktıǧını belirtir. Dūzene yeni bir öǧenin de katıldıǧını da belirtir. Bu öǧe özel mūlkiyettir. [2]
Öyleyse insanlık tarihine bakarsak, insanın ūstelik binlerce yıl önce, sınıfsız, sömūrūsūz, primitif de olsa komūnal bir yaşamı başardıǧını görebiliriz. Liderlere (çobanlara) ihtiyaç duymayan topluluklar da var olmuştur dūnya ūzerinde. Öyleyse bu komūnist, özgūrlūkçū, eşitlikçi bir toplumun gelecekte mūmkūn olduǧunu gösteren önemli argūmanlardan birisidir. Elbette daha modern bir biçimde. Geçmişte yaşanan bir deneyim, çok daha gelişkin bir biçimde neden gelecekte yaşanmasın?
Engels, Lewis. H. Morgan’dan esinlenerek “ilkel komūnizm” deyimini kullanmıştır. Neolitik döneme kadar geçerli olan, bu dönemde topluluk içinde herkes yiyecek bulmakla görevlidir, avcı veya toplayıcı olarak. Ve bu yiyecekler ortak olarak tūketilir. Özel mūlkiyet yoktur.
“Bu toplumlarda yönetici, patron ya da sınıf bölünmeleri bulunmuyordu. Turnbull, Kongo’daki Mbuti pigmeleri hakkında ‘Reisleri, yoktu, biçimsel kurulları yoktu. Hayatın çeşitli yönleriyle ilgili olarak, ama genellikle haklı pratik nedenlerden ötürü diğerlerinden daha önde gelen bir ya da iki erkek ya da kadın bulunabilirdi… Hukukun korunması ortak bir işti…’ diyor… Richard Lee ısrar etmekte oldukça haklıdır: Bizim geçmişimizi şekillendiren uzun süren eşitlikçi paylaşım deneyimidir. Hiyerarşik toplumlardaki hayata görünürdeki uyumumuza ve dünyanın pek çok yerindeki insan hakları sicilinin oldukça karanlık izlerine rağmen, insanlığın, kökleri derinde bir eşitlikçilik duygusunu, kökleri derinde karşılıklılık normuna bağlılığı, kökleri derinde… bir topluluk ruhunu koruduğu yolunda işaretler vardır.” [3]
Gustave Le Bon, canlı varlıklardan birkaçının biraraya gelir gelmez, bunlar ister hayvan ister insan olsun, içgūdūsel olarak bir önderin egemenliǧi altına girdiǧini belirtir ve insan topluluklarında önderin būyūk rol oynadıǧına dikkat çeker. Ayrıca, kitleyi çobanından vazgeçmeyen bir sūrū olarak niteler. [4]
Tarihsel olarak baktıǧımıǧızda, bu nitelemenin son birkaç bin yıllık tarihi ölçū aldıǧımızda doǧru olduǧunu görūrūz, özellikle de insan toplumları söz konusu olduǧunda. Ancak yukarıda belirtildiǧi gibi önderi, lideri olmayan insan toplulukları da tarihsel olarak yaşamıştır. O zaman öndersiz, lidersiz bir yaşamın da olası olduǧu kanıtlanmaktadır böylece.
Önder, lider kūltūne ihtiyaç duymayan ve ona karşı çıkan tek ideoloji de anarşizmdir; anarko komūnizmdir. İnsanların gerçekte özgūr olmaya ihtiyaçları vardır, önderlere deǧil.
Liberter komünizm: kısıtlanmamış özgürlük
Anarşist komünizm; komünist anarşizm, anarko komünizm ya da liberter komünizm olarak da bilinir.
Yani kapitalizmin bir devrimle ortadan kalkacağını ve bunun da sınıfsal bir mücadeleyle gerçekleşeceğini savunur. Anarşist komünistler, devrimden sonra iktidarın devletin elinde olmasına karşı çıkar. İktidarın giderek gūçleneceǧini ve bunun sonucunda bir baskı uygulayacaǧını, bunun da sonuçta bir ayrışmaya yol açacağını, iktidara sahip olanların yozlaşacağını ve toplumun çıkarına göre davranmayacaǧını savunurlar. Oysa toplumu ilgilendiren būtūn kararlar, toplumunun tamamının katılımıyla alınmalıdır.
Aynı zamanda devrimci örgūtlenme modeli konusunda da toplumun aşaǧıdan yukarıya örgütlenmesini savunur. Bu baǧlamda örgütlenmelerin de hiyerarşik olmaması, bir otorite barındırmaması gerektiǧi dile getirilir.
Emma Goldman, “Hayatımı Yaşarken” adlı otobiyografik kitabında, en amansız dūşmanın devlet olduǧunu belirterek, onun egemenlere gūç vermek için halkı ezen bir makine olduǧunun altını çiziyordu. [5]
Bu sınıfsal olduǧu kadar, ekolojik, sendikal, kūltūrel bir mūcadeledir aynı zamanda.
Goldman anarşizmin neyi savunduǧunu kısaca şöyle açıklar:
“Anarşizm, insan yapımı yasalarla kısıtlanmamış özgürlük üzerine kurulu bir yeni toplumsal düzen felsefesidir; bütün yönetim biçimlerinin şiddete dayandığını ve bu yüzden yanlış, zararlı ve gereksiz olduğunu savunan teoridir, … Anarşizm, hayatın birliğini öğretir; yalnızca doğadaki değil, insandaki birliği de … Anarşizmin iktisadı düzenlemeleri, en az insan enerjisi harcayan ve en iyi üretim aracı olan gönüllü üretim ve bölüşüm birliklerinden oluşmalı ve bunlar, nihayetinde özgür komünizmi geliştirmelidir.” [6]
Aslında şimdiki özgūrlūk anlayışımızla gelecekte olabilecek sınıfsız bir toplumun özgūrlūk anlayışını algılamamız olası deǧildir. Çūnkū oraya gelene kadar insanlık birçok aşamadan geçecektir. Goldman’ın belirttiǧi “kısıtlanmamış” ve de limitlenmemiş özgūrlūǧū yaşayacaktır.
Doǧrudan demokrasi halkın kendisini yönetmesidir
Doǧrudan demokrasi, gūnūmūzde özgūr bir toplum kurma mūcadelesinde iyi bir yöntemdir. Bence doǧrudan demokrasinin en önemli özelliǧi, yetkiyi temsili demokraside olduǧu gibi bir zaman sūresiyle sınırlamaması ve geri çaǧırmayı bir yöntem olarak uygulamasıdır.
“Doğrudan demokrasi temsili demokrasinin karşıtıdır. Genellikle üç temel prosedürle özdeşleşir: 1) Verili bir kolektifin üyeler toplamının, bu kolektifin yaşamıyla ilgili her konuda, çoğu zaman ortak onayla, mevcut bakış açılarını tanımasını ve bir konsensus sağlamasını sağlayan (el kaldırarak ya da oturma sırasına göre) oy kullanmayla karar vermek için bir araya geldiği Egemen Genel Meclis;
2) azledilebilir yetki; her delege her an yerinden alınabilir;
3) kesin vekillik; delege kendisini vekil olarak atayan kolektif tarafından görevlendirildiği konulardan başkasında karar veremez, her yeni sorunun bu kolektifin tartışmasına sunulması gerekir. Paradoksal gelse de, doğrudan, liberter demokrasi vakit alır. İyi işleyebilmek için, çok sayıda başka koşulun bir araya gelmesini gerektirir (eşitlik, yakınlık, güven, pratik duyu, vs.).”[7]
Buradaki en önemli özellik, azledilebilir yetkidir, herkes her an yerinden alınabilir. Ve de deǧişim. Dolayısıyla doǧrudan özgūrlūkçū demokraside lider çıkmasına izin verilmeyecektir. Delegeler sūrekli deǧişecek, seçilmiş olmaları bile onları korumayacaktır. Kimse bulunduǧu yerde orada isim yapacak ve iktidar kuracak kadar kalmamalı ve deǧişmelidir. Sūrekli bir deǧişim ve sirkūlasyon, doǧrudan demokrasiyi daha özgūrlūkçū bir yapıya būrūndūrecektir. Böylece aşaǧısı ve yukarısı da olmayacaktır. Aşaǧıda olan aynı zamanda yukarıda, yukarıda olan aynı zamanda aşaǧıda olacaktır.
Doǧrudan demokrasi, sistemin temsili seçim oyununda deǧil, sisteme karşı muhalif örgūtlenmelerde kullanılabilir. Paris Komūnū de özūnde bir doǧrudan demokrasi girişimidir. Seçilmişleri geri çaǧırma, Komūnūn özelliklerinden birisidir.
Doǧrudan demokrasi, özyönetimi de kapsar. Bu aynı zamanda aşaǧıdan yukarıya sınıflı toplum demokrasisi ile sınıfsız toplum özgūrlūkçū doǧrudan demokrasisi birbirinden farklı kavramlardır. Komün’de bütün insanlar, özgürce karar verme, seçenekler üretme, istemlerini, ihtiyaç ve eylemlerini bu kararlar ve seçenekler doǧrultusunda düzenleme olanaǧına sahip olmuşlardır.
Devrimci örgūtler halkı yönetmeye deǧil, halkın kendi kendisini yönetmesine aracılık ya da yardımcılık yapmalıdırlar. Burada doǧrudan demokrasinin devrimci yorumu gūndeme gelmektedir. Yoksa bir baskı aracının yerini diǧeri alacak ve halk açısından pek bir şey fark etmeyecektir. Zapatistalar bunu kısmen de olsa otonom belediyeler aracılıǧıyla başardılar.
“Diğer taraftan Zapatistalar, her ne kadar Meksika ordusu tarafından kuşatılsa da ve sürekli tehdit edilse de, Meksika içinde iyi işleyen, fiilen otonom yerli topluluklar oluşturmayı becerdiler. Bu toplulukların sofistikeliği ve kararlılığı etkileyici.” [8]
İspanya İç Savaşı sırasında anarşist kontrollü alanlarda, işçiler ve köylülerl toprak ve endūstriyel kuruluşları kolektifleştirilmiş ve konseyler kurmuşlardır. [9] İspanya iç savaşı sırasında liberter komunizm bir ölçūde pratiǧe geçirilmeye çalışılmıştır, özellikle de Aragon ve Katalonya’da. Sadece Aragon’da , köylere ve kasabalara yayılmış 400’den fazla kendi kendini yöneten kolektifler vardı.
Terk edilmiş ve çalışmayan fabrikalar, işçi kooperatiflerine (devredilmez kolektif sermayeli şirketler yoluyla işçilere) devredilmiştir. Sadece işçilere devredilmekle yetinilmemiş, işletmenin yönetimi tüm işçilerin katılımı ile oluşturulan fabrika komitelerine bırakılmıştır.
“Komünūn kuruluşu, o güne kadar toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından emilen tüm güçleri toplumsal göreve geri verecekti”[10]
Paris Komünü’nūn verdiği ilk karar, sürekli orduyu ortadan kaldırmak ve onun yerine halk ordusunu getirmek oldu. Komün, polis gücünü, tüm politik işlevlerinden yoksun bıraktı ve komüne karşı sorumlu bir araç haline dönüştürdü. Eski hükümetin maddi silahları olan daimi orduyu ve polis gücünü yürürlükten kaldırdıktan sonra Komün, manevi baskı silahı, ruhban sınıfının gücünü kırmaya geçti.
Birkaç gūn içinde devlet aygıtını kendi egemenlik sınırları içerisinde yıkıp geçen Paris Komünü ile birlikte, ona destek veren Marks ve Engels çelişkiye dūştūler. Çūnkū proletarya devletin yönetimini ele alıp, devlet aygıtı sönūnceye kadar onu yönetmeliydi. Ancak Komün’de böyle olmamış, devlet birkaç gūn içinde en aza indirgenmişti, biraz daha uzun sūrseydi belki de daha azalacaktı. İşte bunun için bence Paris Komünü bu gūne kadar insanlıǧın gördūǧū en ileri yönetim biçimidir. 72 gūn sūrmesine karşın etkileri kalıcı olmuş ve aşılamamıştır.
Bu konuda Franz Mehring’in “Karl Marks: Yaşam Öykūsū” adlı kitabında şöyle yazıyor:
‘Kuşkusuz, Marks ve Engels’in her ikisi de çelişkinin oldukça farkındaydı ve Komünist Manifesto’nun Haziran 1875’te çıkan yeni baskısının önsözünde, Paris Komünü’nün doğrudan etkisi altında, genel konsey söylevine açıkça başvurarak ve işçilerin hazır devlet mekanizmasını ele geçiremeyeceğini ve onu kendi amaçları için kullanamayacağını belirterek fikirlerini gözden geçirdiler. Daha sonraki bir tarihte ve Marks’ın ölümünden sonra, Engels işçi sınıfı hareketi içerisindeki anarşist yönelimlere karşı bir mücadeleye girmek zorunda kaldığında, bu hükmü bıraktı ve ‘Manifesto’ya dayanan görüşünü savundu.” [11]
Anarşist felsefenin ve ideolojinin Proudhon ve Bakunin ile birlikte ūç önemli ustasından birisi olan Piotr Kropotkin, sūrgūnde geçirdiǧi yaklaşık 40 yılın ardından Ekim Devrimi’nin yaşandıǧı Sovyetler Birliǧi’ne umutla dönmūştūr.
Aynı şekilde devrimden sonra Emma Goldman ve Alexander Berkman da Sovyetler Birliǧi’ne sınır dışı edilmişlerdir yaşadıkları Amerika Birleşik Devletleri’nden. Onlar da anarşist olarak, devrimi hararetle desteklemektedirler ilk sıralarda.
Kropotkin: “Anarşizm, komünizme varır dayanır, komünizm de anarşizme”
“Yıkmak yaratıcı bir dūrtūdūr.” diyen Bakunin’e karşı Kropotkin “Yalnızca yıkmak yetmez.” der.
Evet Kropotkin haklı, ama yapmak için de önce yıkmak gerekir, eskinin zehirli kalıntılarını temizlemek gerek. Belki Bakunin’in kastettiǧi de buydu. Devrimci her şeyden önce var olan sistemi yıkan kişidir. Yapmak konusu, yıktıktan sonra gelir. Hayatı kâǧıt ūstūnde bir teori gibi planlayamazsınız.
Lenin’in onun mektuplarını “canlı bir ilgiyle” karşıladıǧı anlatılır. Ancak Lenin’in ‘sosyalist’ devlete olan inancı tamdır ve yalnızca birkaç on yıl sonra bu devletin būrokratik bir mekanizmaya dönūştūkten sonra, yıkılıp gideceǧini hiç dūşūnmemektedir. Lenin, Kropotkin’e saygı duymakla birlikte, onun getirdiǧi önerilere kulak asmaz.
Oysa Kropotkin, Lenin’e yazdıǧı mektuplarda bu gidişin sonunun her alanda bir būrokratikleşmeyle sonuçlanacaǧını ısrarla belirtmiş ve devlet yerine kooperatifçiliǧin geliştirilmesi gerektiǧini vurgulamıştır. O, önceden Sovyetler Birliǧi’nin daǧılacaǧını ve ‘sosyalist’ devlet deneyiminin başarısız olacaǧını görmūştūr.
Bakunin ile Marx arasındaki başlıca çelişki de buydu, Marx, devlet aygıtının sönūmlenmesini sona erteliyordu, Bakunin ise bu sūreci başa alıyor ve devrim olur olmaz, özgūrlūk olması gerektiǧini belirtiyordu. Proletarya diktatörlūǧū fikrine karşı Bakunin “Tanrı ve Devlet” adlı yapıtında şöyle diyor:
“Materyalizm otorite ilkesini reddeder; çünkü, haklı olarak, bu ilkeyi hayvansallığın bir parçası olarak görür; tarihin amacı ve başlıca anlamı olan insanlığın zaferinin ise, tam aksine, özgürlük aracılığıyla gerçekleşeceğini düşünür. Kısacası, idealistleri, hep pratik materyalist davranışlar içinde; materyalistleri ise en yüce ideal ve özlemlere ulaşma ve onları gerçekleştirme peşinde koşarken görürsünüz.”[12]
Emma Goldman, “Living My Life (Hayatımı Yaşarken)” adlı kitabında Kropotkin’i kaldıǧı gözlerden uzak Rus köyūnde ziyaret ettiǧini anlatır. Kropotkin orada eşi ile beraber yoksulluk içinde yaşamaktadır. Çok soǧuk kış gecelerinde yetersiz yakacak nedeniyle sobanın başında titremektedir. Kendisi istememesine karşın eşinin başvurusuyla akademisyenlere devletin verdiǧi cūzi yardım ile geçinmektedir. Orada kūskūn ve gözlerden ırak bir biçimde yūzyılın en önemli anarşist dūşūnūrlerinden birisi ölūr gider.
O, “Ekmeǧin Fethi” adlı yapıtında şöyle der:
“Özel mülkiyete son vermiş her toplum, bizce, derhal anarşik komünizmin temellerini atmaya başlamalıdır. Anarşizm, kaçınılmaz olarak komünizme varır dayanır, komünizm de anarşizme; kaldı ki bunların her ikisi de, çağdaş toplumlara egemen olan aynı büyük sevdanın, eşitlik sevdasının ifadesidirler.” [13]
İşte bu nokta tam da devlet konusunda, Marksistler ve Anarşistler arasındaki tarihsel farklı bakış açısına işaret eder. Ve devam eder:
“Ama bizim komünizmimiz falanster komünizmi ya da Alman devletçilerinin komünizmi gibi değildir. Bu anarşik komünizmdir; hükümetin olmadığı, özgür insanların komünizmidir. Bu, insanoğlunu bütün zamanlarda izlemiş bulunan ekonomik özgürlük ve siyasal özgürlük gibi iki kendi başına kavramın bir bütün halinde ele alındığı bireşimdir.” [14]
İşte Kropotkin’in savunduǧu anarko-komūnizmin temel hatları böyledir.
Devlet kimin elinde olursa olsun bir baskı aygıtıdır
Devrimden sonra, devlet aygıtının yanısıra hapishaneleri, yargı kurumunu, polis ve dūzenli orduyu da devralırsınız böylece ve būtūn bunların olduǧu yerde sistem kendisini gūçlendirir ve būrokratik bir yapıya būrūnmesi kaçınılmaz olur.
Hapishanenin olduǧu bir toplum özgūr deǧildir.
Devlet kimin elinde olursa olsun bir baskı aygıtıdır ve önūne çıkanı ezip geçecektir. Ayrıca reel sosyalizmin tarihine baktıǧımızda proletarya diktatörlūǧū uygulamasında, egemen olanın işçiler deǧil, elit parti būrokrasisi olduǧunu görebiliriz. İşte Kropotkin’in daha o zaman gördūǧū budur. Ve bu būrokrasi devlet aygıtını sönūmlendirmek yerine, kendi çıkarları gereǧince onu gūçlendirmeyi seçmiştir. Ve sonunda da bir anda çökmūştūr reel sosyalist devletler.
Bitirirken sözū Alman şair Hölderlin’e bırakalım: “Devleti cehenneme çeviren şey, tam da onu cennete çevirmeye çalışan adamlardı.” [15]
Devrim olduǧunda özgūrlūk gelmiyorsa, o devrim ancak belli bir azınlıǧın devrimi olacak ve kitlelere tutsaklıktan başka bir şey getirmeyecektir. Aslında özgūrlūk kavramını ertelediǧinizde ya da belirsiz bir geçiş döneminin sınırları içerisine hapsettiǧinizde, o kavram özgūrlūk olmaktan da çıkıyor. Hemen şimdi ve burada olmayan özgūrlūk, gelecekte de olmayacaktır.
Geleceǧin toplumunu şimdiden būtūn hatlarıyla hayal etmemiz olası deǧildir. Bu gūnūn etiǧi, tabuları, toplumsal kuralları ve siyasal sistemleriyle geleceǧin toplumu kurgulanamaz. Ancak yaşandıkça gelişecek ve liberter komūnizmin özgūrlūǧe açılan kapıları çoǧalacaktır; insan hak ve özgūrlūklerinin sınırsız olduǧu bir çaǧ yaşanacaktır. İşte o zaman insan kendisini yeniden yaratacak, özgūr yeni bir insana dönūşecektir.
Erol Anar
[1] Rousseau, J. J (2011) “Eşitsizliğin Kökeni”, İdea Yayınları, İstanbul, İkinci Baskı, s. 63.
[2] Engels, Friedrich (1979) “Ailenin, Özel Mūlkiyetin ve Devletin Kökeni”, Sol Yayınları, Ankara, s. 109-111.
[3] Harman, Chris (2010) “Halkların Dūnya Tarihi Taş Çağından Yeni Binyıla”, Yordam Kitap, İstanbul, s. 20.
[4] Le Bon, Gustave (1997) “Kitleler Psikolojisi”, Hayat Yayınları, İstanbul, s. 106.
[5] Goldman, Emma (2006) “Living My Life”, Part I, Penguin Classics, pp. 128.
[6] Goldman, Emma: “Anarşizm Neyi Savunur?”, Agora Kitaplıǧı, 2012, Istanbul.
[7] Colson, Daniel: “Anarşist Felsefe Sözlüğü”, Versus Yayınları, İstanbul, s. 116
[8] Wallerstein, Immanuel: “Zapatistalar Neyi Başardı?”, latinbilgi.net
[9] Beevor (2006). pp. 271, Beevor notes that around 150,000 had returned by 1939.
[10] Marx, Karl (1991) “Fransa’da İç Savaş”, çev. Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları, s. 60.
[11] Mehring, Franz (2010) “Karl Marks: Yaşam Öykūsū”, İlya Yayınevi, 2. cilt, s. 231-232.
[12] Bakunin, Michel (1998) “Tanrı ve Devlet”, Belge Yayınları, İstanbul, s. 53-53.
[13] Kropotkin, “Ekmeǧin Fethi“, s. 30.
[14] Kropotkin, “Ekmeǧin Fethi”, s. 33.
[15] Harman, Chris (2010) “Halkların Dūnya Tarihi Taş Çağından Yeni Binyıla”, Yordam Kitap, İstanbul, s. 311.