Sevgili Uzaklar,
Bu kez uzaklardan, dünyanın öteki ucundan yazıyorum sana. Şehrazad’ın tatlı ve büyüleyici sesinden Binbir Gece Masalları’nı dinlerken, kendimi birdenbire dünyanın öbür ucunda buldum. Söylemiştim ya sana, uzaklar karşı konulmaz bir davettir diye…
Penceremden limon ağaçları görünüyor. Sanki içinde hayatın özsıvısını taşıyan limonlar, rüzgârda bir o yana, bir bu yana salınıyor. Onlar da benim gibi yaşamaktan dolayı inanılmaz mutlular. Hayatın anlamı işte bu: Her şeye rağmen yaşamak…
Hayat içinde taşıdığı sayısız güzelliği insanlara sunmak için dört gözle bekliyor. Eğer biraz cesarete sahip isen tahmin edemeyeceğin güzellikleri yakalayabilirsin. İşte bu nedenle hayatın Gemici Sinbad’ı olmak gerekiyor. Yedi kez gidip uzaklara, her seferinde ölümden dönmek, ama bir kez daha vahşi bir içgüdüyle yeniden her şeyi bırakarak uzaklara gitmek.
Hayat çok garip ve şaşırtıcı. Şu an binlerce kilometre ötede beş gün önce, tanımadığım bir ailenin yanında kalıyorum. Beş günde öylesine kaynaştık ki, sanki yüzyıllardır tanıyoruz birbirimizi sanırsın. Yağmur yağıyor limonların üzerine. Yağmur damlaları yeşil gövdelerde parıldıyor, hayatın suyu işte bu, hayatın özsuyu.
Bir insanın yüreğine dokunursan; dil, din, ırk ve ülke farkı anında ortadan kalkıyor. Ve birden perde açılıyor, çırılçıplak yürekler ortaya çıkıyor; o an insan en soylu duyguların içine savruluyor.
Sevgili Uzaklar,
Çocukken çok hoşumuza giden bir çizgi roman vardı, belki bilirsin: Mister No. Bu çizgi roman, Brezilya’nın Manaus ormanlarında yaşayan cesur bir pilotun maceralarını anlatıyordu. Çakaralmaz eski bir uçağı vardı onun. Uçağına atlar bir serüvenden diğerine koşardı durmaksızın. Mister No’yu çok sever ve onu kendimizle özdeşleştirirdik. Çünkü o, hep uzakları arayan, zorbalığa pabuç bırakmayan ve tehlikeyi seven birisiydi. Ve arkadaşlarım Paşa, Can, Şamil, Metin, Sinan, İsa, Orhan, Nejdet ve ben, sanki Amazonlarda onunla birlikte yaşardık. Şu an Manaus’tan biraz uzakta, ülkenin güney kıyısındayım.
Hayatım boyunca düzenli olmayı, kalıplara uymayı hiç sevmedim. Haksızlığa boyun eğmedim, konuşmam gereken yerde susmadım. Ne devletin karşısında sustum, ne de kişilerin. Hep kaosu ve düzensizliği sevdim, bir şeylerin aksamasını istedim. Hep anarşist bir yanım oldu. Bu yüzden sevmedim ABD, Kanada ve Avrupa ülkelerini, anglo-sakson kültüre yabancı kaldım hep. İçim hiç bir zaman ısınmadı oralara. Tozlu yollar olmalı benim yaşayacağım yerde, otobüs hep geç gelmeli, bazen randevusuna geç gidebilmeli insan, zaman zaman kırmızı ışıkta geçebilmeli karşıya. Bazen devrilmiş bir çöp kutusu görmeliyim yolun kenarında. Sokakta başıboş kediler, köpekler olmalı. Ve insanlar durup dururken ağlayabilmeli ve hemen ardından ağız dolusu gülebilmeli. Ve yaşayacağım yer o kadar küçük bir yer olmalı ki, en büyük atlasta bile yeri olmamalı.
“Çok okuyan mı, çok gezen mi bilir”, derler. Eskiden farklı düşünüyordum ama şimdi, çok gezenin bildiğini düşünüyorum. Bu dünyada görgüden başka bir şey yok ki, insanı inceltsin ve olgunlaştırsın. Görgü, müthiş birşey; bir elmanın fotoğrafını görmek yerine onu ısırıyor ve tadını damaklarında hişediyorsun. Görgü sahibi olmak insanın iç dünyasını zenginleştiriyor. Bir insana bir insan daha ekliyor bu.
Gezmek için ne paraya ne de başka maddi şeylere sahip olmak gerekmiyor: Sadece düşlere sahip olmak ve yollara düşmek yeterli bence. Masallarda da öyle değil mi, yoksul bir insan uzaklarda birden kendisini koca bir ülkenin kralı olarak buluyor.
Damağımda rüyamda bile görmediğim meyvelerin tadıyla yazıyorum sana. Bu kentte o kadar çeşitli ağaç ve bitki var ki, insan kendisini sanki başka bir gezegende geziniyormuş gibi hissediyor.
Sevgili Uzaklar,
Hayat garip demiştik değil mi, hayat garip ama onun içerisinde insan sıcağını yakalamak o derece kolay aslında. Dünyanın öbür ucunda senin varlığından bile haberdar olmayan insanlarla bir anda kaynaşıveriyorsun, sanki bin yıldır tanışıyormuş gibi. Onlarla gülüyor, onlarla ağlıyorsun.
Binbir Gece Masalları’nda şu cümle sık geçer: Kimse bahtına karşı duramaz! Görünüşte metafizik bir yaklaşım gibi görünmesine karşın bu söz, hayatın diyalektiğini çok iyi açıklıyor. Hayatın dinamik akışı içerisinde ne zaman ne yapacağımızı, hangi sulara akacağımızı bilemiyoruz.
Kimse ‘bahtına’, yani hayatın akışına karşı duramıyor.
Yandaki evin bahçesinden çok sevdiğim şarkıcı Mercedes Sosa’nın büyüleyici sesi yükseliyor. Hayatı ve aşkı anlatıyor Sosa mükemmel yorumuyla. Limonlar dallarında hafifçe salınarak notalara uyum sağlıyor ve dans ediyorlar. Kuş sesleri, notalara eşlik ediyor…
Sevgiyle kal.
Paraná – Brezilya
2002
Erol Anar
Not: Erol Anarın baskısı tūkenmiş “Sen” adlı kitabından…