Tek tabancadır Bukowski, içinde tek kurşun olan bir intihar tabancası
Charles Bukowski, Almanya’da doğmuş, iki-üç yaşlarında ailesi ile birlikte ABD’ye gőç etmiştir. Zor ve yoksulluk içinde bir hayat geçirmiştir genel olarak. Kendisini halk kütüphanelerinde yetiştirmiştir.
“Ham on Rye ()”, onun otobiyografik romanıdır. Sert, acımasız ve onu hergün nedensiz dőven bir baba ile soğuk ve şefkat gőstermeyen bir anne arasında kalan bir çocuğun yoksullukla, şiddetle geçen yılları… Belki de bu yüzden Dostoyevski’yi seviyordu, őzellikle de onun “Kim bazen babasını őldürmek istemez ki…” cümlesini. Kapitalizmin büyük bunalımı olarak adlandırılan 1929 bunalımına, bizzat yaşayarak tanıklık etmiştir.
“İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlar adına uzak olmak istiyordum.Gidecek yerim yoktu ama. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi.” [1]
“Kaptan Yemeğe Çıktı Tayfalar Geminin Kontrolünü Ele Geçirdi” adlı kitabında yazar, ironik bir yaklaşımla günlük gerçekleri, yaşadıklarını anlatır.
Otobiyografik bir anlatımı vardır onun. Genelde kendi başına gelen olaylardan sőz eder, onları yorumlar. Yalın bir dili vardır, aynı zamanda bu dil tabulardan ve toplumsal kurallardan kendisini arındırmıştır. Doğrudan düşündüklerini yazar ve okuyucunun içindeki “kőtü”ye seslenir. Kitaplarındaki karakterler de marjinaldir: seks işçileri, alkolikler, … İronik bir yaklaşımı vardır olaylara, topluma ve kendine.
Kendisini apolitik bir insan ve alkolü ise hoş bir tanrı olarak niteler. [2]
Ancak bence o apolitik değildir, yalnızca kendine siyasal bir misyon yüklemez. O sisteme, topluma ve her şeye karşı ince, bazen felsefi, ancak herhangi bir disiplinden yoksun eleştiriler yőneltir. Daha doğrusu, düşüncelerini belli bir sisteme dayandırmadan, doğrudan düşündüğü gibi yazar. Yalın yazar, ama sőzcük aralarına sıkıştırdığı aforizmaları ile yazdığı metne derinlik sağlar.
“İyi görünmüyordu sokaklar, genellikle görünmezler”
Bazen de bir çocuk kadar duygusaldır: “sarhoştum. odama doğru yürüdüm. dolunay vardı New Orleans’da. bir süre yürüdüm ve yaşlar akmaya başladı. ay ışığında bir gözyaşı seli. sonra kesildi, yaşlarım yüzümde kuruduklarını hissedebiliyordum, cildim geriliyordu. odama girdiğimde ışığı yakmadım ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıp yatağa bıraktım kendimi… Uyandığımda şimdi sırada hangi kent var, diye geçirdim içimden. hangi iş? kalktım, çoraplarımı ve ayakkabılarımı giyip bir şişe şarap almaya çıktım. iyi görünmüyordu sokaklar, genellikle görünmezler. insanlar ve fareler tarafından planlanmışlardı sanki ve siz onlarda yaşamak ya da ölmek zorundaydınız.” [3]
Onun takma adı Buk’tur ve eserlerinde kullandığı adı ise Hank, Henry Chinaski’dir.
Bukowski, daha çok yaşadığı şehir olan Los Angeles ve çevresini yazardı. Hemingway ve Dostoyevski’den etkilenmiştir. Yaklaşık 50 kitap yazdı, bazı eserleri filme çekildi; Anthrax, Apollo 40, Modest Mouse, Leftover Crack, Bad Radio, Eddie Vedder, Red Hot Chili Peppers ve diğerleri tarafından şiirleri bestelendi.
Alkol, kadınlar ve at yarışı tutkularındandı. Oto-sansür uygulamayan bir yazardır. Bu őzelliğiyle tüm diğer yazarlardan ayrılır; kendisini hiç de sürüden ayırmaya, haklı çıkarmaya kalkışmaz; diğerleri neyse kendisi de odur aslında, bunu bilir. Kendi okuduğunu sőylediği bir dergiye gőre, en çok satan, en etkili ve en çok taklit edilen Amerikan yazarı odur.
“İçtiğinde de dünya hâlâ orada duruyor, ama en azından bir an için ellerini boğazımdan çekiyor” [4]
Bukowski’nin bilinmeyen bir yőnü de desen ve resimleridir. Yüzlerce desen ve resmi vardır kendisinin yaptığı. ABD’de edebiyat dünyası tarafından yıllarca dışlandı, yazdıkları “çőplük” ve edebiyat dışı” olarak nitelendi. Ama sonunda kendisini őnce Avrupa’ya, sonra ABD’ye ve dünyaya kabul ettirdi. Birçok yazardan çok daha fazla hayranı ve okuru vardır. Fakat onlarla karşılaşmaktan hiç hoşlanmazdı.
“Sert davranmak zorundayım, yoksa acımasızdırlar. Kapımı kapalı tutabilmek için korkunç şeyler yaşadım birkaç kez. Çoğu onları içeri davet edeceğimi ve sabaha dek içeceğimizi sanır. Yalnız içmeyi yeğlerim. Yazarın borcu yazarlığınadır sadece… En iyi okur ve insan beni yokluğu ile ödüllendirendir.” [5]
“Her şey hapistir”
“Bukowski’nin her nasılsa henüz okumadığım bir kitabını buluyor ve sevinerek kitabı okumaya başlıyorum. Daha sonra bir an durup –artık eskisi kadar sevmesem ve onu okurken sıkılsam da- bu adamda sevdiğim ne diye düşünüyorum. Aslında ilk bakışta “iğrenç bir insan” görüntüsü veriyor yazar. Belki de gerçekten öyle birisi ve okuyucuda bu izlenimi oluşturmak için çok çaba göstermemiş bu yüzden. Dostlarını satıyor, kadınları yalnızca düzülecek yaratıklar olarak görüyor, hiçbir değere inanmıyor, her şeye ve herkese küfür ediyor. Ama bütün bunları yaparken – her ne kadar kendisi bu iddiada olmasa da- hayata felsefi bir bakışı var. “Sıradan Delilik Öyküleri”, kitabın adı bu. Öyküler okuyucuyu hemen içine çekiyor, yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi. Düşünüyorum da Bukowski aslında hep aynı şeyi yazmış: At yarışları, kadınlar, düzüşmek, kusmak, içki… Ama onu diğerlerinden farklı kılan tek bir özelliği var: Kendi iğrençliğini yüzeye çıkarmak ve onunla barışık yaşamak. Hepimiz aslında Sartre’ın dediği gibi saf değil, iğrenciz.
Kitaptaki bir öyküde dört yaşındaki bir çocuk babasına, “Hapis nedir?” diye soruyor ve baba şöyle yanıtlıyor bu soruyu: “Her şey hapistir.”
Gerçekten de hayatımıza şöyle bir baktığımızda sistem, toplum ve kendimiz tarafından belki binlerce kez tutuklandığımızı, hapsedildiğimizi rahatlıkla görebiliriz. Sanki bedenimiz binlerce parçaya ayrıştırılmış ve parçalardan her biri ayrı bir hücreye hapsedilmiş. Çevremizdeki her insan bizim için birer hapishaneye dönüşmüş, biz de o insanlar için… Sonsuzluktan, sınırsızlıktan o derece korkuyoruz ki sanki karlarla örtülü uzak bir ormanda vahşi gözleri parlayan bir kurt sürüsünün ortasındaymış gibi çaresiz ve çırılçıplak hissediyoruz kendimizi. Ve hemen koşarak, bilerek ve isteyerek giriyoruz hücrelerimize. Bedenimizi ve ürkek ruhumuzu hücrelerimize attığımız an rahatlıyor ve karanlığa gömülerek huzur bulduğumuzu sanıyoruz.” [6]
“Çoğu insanın ölümü bir aldatmacadır. Ölecek bir şey kalmamıştır geriye.”
Bukowski, Sartre’in “Cehennem őtekilerdir” sőzünü ise hedefi gőzünden vurmak olarak yorumluyor.
Bukowski’nin bazı olaylara kendine őzgü, matrak bir yaklaşımı vardır. Ȍrneğin dinozorların yok olmasını şőyle açıklar:
“Bütün türler kendilerini yok ederler. Dinozorların sonu da böyle oldu. Canlı namına ne varsa yediler, sonra birbirlerini yemeye başladılar ve sonunda tek dinozor kaldı ve o orospu çocuğu da açlıktan öldü.” [7]
Bukowski, Beat kuşağından bir şair mi?
Bukowski, bazı eleştirmenler tarafından, “Beat Kuşağı” yazarları arasında gősterilmesine karşın, kendisini bu kategori içinde gőrmez. Hatta Beat Kuşağı’nın en őnemli yazarlarından olan Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve diğerlerinden de fazla hoşlanmazdı. Yalnız kalmayı, tek başına olmayı, bir kategorinin alt başlığında olmaya her zaman tercih etmişti. Bence de Bukowski haklıydı, onun tarzı ve hayata bakışı, Beat Kuşağı yazarlarından farklıydı. Çünkü Beat Kuşağı yazarları őzgürlüğü arıyor ve Jim Morrison’un da belirttiği gibi dünyayı değiştirmek istiyorlardı.
Bukowski ise dünyayı değil, ama edebiyatı değiştirdi.
“İstedikleri buydu demek: yalanlar. Harikulade yalanlar. Buna ihtiyaçları vardı. İnsanlar ahmaktılar. Kolay olacaktı benim için.” [8]
Bukowski’nin hiçbir şey umurunda değildi, toplumsal endişeleri yoktu. Onun, dünyayı değiştirmek gibi bir amacı da yoktu. Yalnızca olabildiğince yalnız ve rahatsız edilmeden kendi hayatını yaşamayı ve yazmayı istiyordu. O, kendini oynayan, yalnız bir yazardı ve asosyaldi. Ayrıca diğer yazarlardan da hoşlanmazdı, bunu defalarca belirtmiştir. (Özellikle de hayatta olanlardan)
Ayrıca taklit edilemeyen bir yazardır. Taklit etmeye çalışanlar çok olmuştur onu, ama kimse bunu başaramamış, taklitçilere bir numara büyük gelmiştir o. Çünkü, o natürel olarak yazıyordu ve olduğu gibi davranıyordu. Ancak taklitte, bu sırıtıyor ve yerini bulmuyordu. Ve o her şeyden őnce kendinin orijinaliydi.
O, sarkastik yazım biçemiyle ve kendine biçtiği rol ile bir anti-kahraman’dır. Alter-egosu ise, “Henry Chinaski”dir.
“Bazen hepimiz bir filme hapsolmuşuz hissine kapılıyorum. Repliklerimizi biliyoruz, nereye doğru yürüyeceğimizi biliyoruz, nasıl oynayacağımızı biliyoruz, sadece kamera yok. Yine de çıkamıyoruz filmin içinden. Ve film kötü.”[9]
Tek tabancadır Bukowski, içinde tek kurşun olan bir intihar tabancası
Ama kendisini “apolitik” olarak nitelemesine karşın sistemden memnun değildir, onu da eleştirir: “Bu sistemden ne köy olur, ne de kasaba bana kalırsa. Olmayan bir şeyi geliştiremezsin.” der. Hatta bir keresinde FBI tarafından gőzaltına alınmıştır.
“FBI ajanlarının beni arabayla götürürken nasıl öfkelendiklerini anımsıyorum. “HEY-BU HERİF EPEY SERİNKANLI!” diye bağırmıştı içlerinden biri. Beni neden götürdüklerini ve nereye götürdüklerini sormamıştım. Umurumda değildi. Bu anlamsız hayattan bir dilim daha, diye hissediyordum. “BİR DAKİKA-” dedim onlara, “BEN KORKUYORUM!” Bu onları rahatlatmıştı. Uzaydan gelme yaratıklardan farksızdılar benim için.” [10]
Bukowski, Los Angeles yeraltı gazetesi “Open City (Açık Şehir)” ile olan ilgisi nedeniyle FBI tarafından inceleniyordu. Bukowski bu gazetede “Pis Moruğun Notları” başlıklı yazılarından dolayı araştırıldı. Tabloid, 1967-1969 yılları arasında haftalık olarak yayımlandı. [11]
Şiirleri, yalın, düz yazı tadında, imgesel olmaktan uzak, günlük hayatın küçük detaylarını anlatır. O zamana kadar şiir daha çok, imgesel olarak yüksek duyguları anlatan bir tarza sahipti. İşte Bukowski, bu romantik, imgesel, yüksek duyguların anlatıldığı şiir anlayışına darbe vurmuştur, diğer bazı yazarlarla birlikte. Zaten, onun “Shakespeare olsa asla bőyle yapmazdı” adlı bir kitabı da vardır.
Bu yüzden Bukowski, Shakespeare’in anti-tezidir.
“Bazı günler yorganı üstüne çekip yatakta kalmak daha iyidir.” (Kadınlar)
Bukowski, Tolstoy ve Shakespeare’i sevmezdi. Daha doğrusu sevdiği çok az yazar vardı. Sherwood Anderson’ı sőzün ustası olarak niteler. Bunlardan birisi de “Tanrımdı” dediği “Ask the Dust (Toza Sor)” kitabının yazarı John Fante idi. Hatta kendisi ünlü olduktan sonra Fante’nin bazı kitaplarını da, kendi kitaplarını yayınladığı yayınevine bastırmıştı. Fante, bu kitabında yoksul bir yazarın hayata karşı verdiği mücadeleyi ve aşkı anlatır, belki de bu hikâye kendi hayatına benzediği için Bukowski bundan çok etkilenmiştir.
“Hepimiz öleceğiz, hepimiz, ne sirk!”
Mezar taşında “Don’t try” yazar. Ama o, en azından denemiştir ve bu dünyadan bir rüzgâr gibi geçse de geride birçok yaprak yeşil bırakmıştır.
Huzur içinde uyu Hank…
Bitirirken bir Bukowski şiiri:
“…ve ben daha yaşlıyım
şimdi
ama köpeklerin yaşı
yok
ve her zamanki gibi
etinizi ısırmakla yetinmiyor
beyninizi ve ruhunuzu da
ısırıyorlar
bu odada
etrafımda dönüyorlar
şimdi.
harikulade
değiller; cehennem
köpekleri bunlar
ve sizi de
bulacaklar
şimdi
onlardan biri
olsanız
da.”
Erol Anar
Dipnotlar
[1] Bukowski, Charles: “Misto Quente”, Editora: L&PM, 2005, Brazil.
[2] Bizio, Silvia: “Charles Bukowski: Quotes of a Dirty Old Man (1982)”, High Times.
[3] Bukowski, Charles: “Pis Moruğun Notları”, Parantez Yayınları, 2002.
[4] Bukowski, Charles: “Factotum”, Editora: L&PM, 2010, Brazil. s. 55.
[5] Bukowski, Charles: “O capitão saiu para o almoço e os marinheiros tomaram conta do navio”, Editora: L&PM, 2003, Brazil, s. 8.
[6] Anar, Erol: “Sen”, Chiviyazıları Yayınevi, 2003, İstanbul.
[7] Bukowski, Charles: “O capitão saiu para o almoço e os marinheiros tomaram conta do navio”, s. 31.
[8] Bukowski, Charles: “Ekmek Arası”, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 63.
[9] Bukowski, Charles: “O capitão saiu para o almoço e os marinheiros tomaram conta do navio”.
[10] Age, s. 50.
[11] Keeler, Emily:”The FBI kept its own notes on ‘dirty old man’ Charles Bukowski”, Los Angeles Times.