İnsanoǧlu ve insankızı yalnızca başkalarının ya da kendi düşüncelerinden farklı olanların yaptıkları haksızlıklara ve zalimliklere karşı çıktıǧı gibi, kendi konumlandıǧı taraftaki haksızlık ve zalimliklere de karşı çıksa, insan olma aşamasında bir eşik atlamış olacaktı. Ancak tarihsel olarak baktıǧımızda, insanın eǧilimi bugūne dek, ‘kendi’ cephesindeki yanlışları, eksikleri, hataları görmezden gelmek, hatta onları savunmak ve sürekli olarak başkalarını suçlama davranışı üzerine kuruludur.
Zulüm “bizden” geldiǧinde buna politik gerekçeler üretiriz, empati yaparız ve binbir türlü yolu deneriz o zulmü haklı göstermek için. Örneǧin bir yerdeki zulmü görmezlikten gelir de, diǧer bir zulmü öne çıkarırız.
Kendi yaptıǧımız hatalara bahaneler arar da, başkalarının en küçük hatasında cellat oluruz.
İşkenceye bir yerde karşı çıkarken, diǧer yerde görmezlikten gelir; hatta onu savunabiliriz de. Halbuki üstünü örttüǧüműz hata ve yanlışlar, aynı zamanda kendi düşüncemizi de gömdüǧümüz anlamına gelir. İşte bizi ve düşüncemizi anlamsız kılan da bu çifte standartlar oluyor. Herkesin ‘doǧrusu’ ise kendi çifte standartları oluyor.
Kişileri düşüncelere deǧil de, düşünceleri kişilere uyduruyoruz
Bütün hayatımız bundan ibarettir. “Biz”den olanların hatalarını, yanlışlarını aklamak için olmayan tarihler, olmayan öyküler bile yaratırız.
Bu ‘biz’in içinde bile küçük küçük bizler vardır. Kendimizi en çok ait hissettiǧimiz “biz” bu “biz’in içindeki bizlerden birisidir. İşte dünyaya da oradan bakıyoruz. İçinde kendimizi ifade ettiǧimizi düşündüǧümüz bu “biz” de statik bir “biz” deǧildir. En küçük bir dūşūnce ayrılıǧında “biz”den aforoz edilebilir ve “o” olabiliriz.
Özgürlük istiyoruz, ama gidip kendi ellerimizle özgür irademizi birilerinin ya da kurumların, iktidarın, devletin, muhalefetin, resmi ideolojinin… eline teslim ediyoruz. Ve ondan sonra yaptıǧımız tek şey ise biat etmek. Düşünmemek, yalnızca ūzerimizdeki iktidarın bizden istediǧini yapmaktan ibaret oluyor. Üzerimizde, sistemin, devletin, ailenin, ikili ilişkide bulunduǧumuz insanların, gönüllü olarak çalışmada bulunduǧumuz dernek, parti ya da başka kurumların iktidarları var. Böylesi bir ortamda ne kadar özgür iradeden söz edebiliriz?
İlk vazgeçtiǧimiz şey en deǧerli şeyimiz: kendi özgürlüǧümüz ve irademiz…
Foucault şöyle diyor: “Disiplin böylece baǧımlı ve idmanlı bedenler ‘itaatkâr’ bedenler imal etmektedir.” (Michel Foucault: ‘Hapishanenin Doǧuşu’, İmge Kitabevi 1992, Ankara, s. 171) Foucault, “Hapishanenin Doǧuşu” başlıklı kitabında disiplin konusunda da çok şey söyler.
Elbette ‘örgütlülük için disiplin gerekir ve sisteme karşı örgütsüz olarak başarı elde edilemez’ denilebilir. Ama disiplinin olduǧu her yerde kısıtlanmış özgürlükler vardır; kısıtlanmış özgür iradelerin ūzerine kurulu bir iktidar, o insanlara özgūrlūk getiremez. Bireyin özgūr iradesini çiǧneyen ve onu zorla ya da hegemonik olarak kendi iktidarına tabi kılan, onun düşüncelerini önemsemeyen, onu yalnızca bir vidadan başka bir şey olarak görmeyen bir kurum ya da grup da bir totaliter iktidar biçimidir. İktidar içindeki iktidardır, ya da muhalefet görünümlü iktidardır. Mikro iktidarları da mikro iktidarları kadar tehlikelidir.
Belki de bu yūzden hayatım boyunca hiçbir partiye, gruba, topluluǧa ait hissetmedim kendimi. Kendi baǧımsızlıǧımı gözüm gibi korudum. Ama bununla birlikte, hep ezilenlerin yanında elimden geldiǧince durmaya çalıştım. Bireyci diyenler olabilir ama, kendi özgürlüǧümü, irademi birilerinin ipoteǧi altına vermektense baǧımsız bir yazar olarak, ezilenlerin yanında bir duruş gerçekleştirmeyi yeǧlerim. Ayrıca bir yazar yalnız da deǧildir, okunduǧu oranda çoǧuldur. Zaten baktıǧımda insanların kendilerini özgūr olarak ifade edebildikleri bir örgütlülük de görmūyorum. Yeni ve özgürlükçü, bireylerin özgūr iradelerinin yok sayılmadıǧı, birey üzerinde topluluk baskısı uygulamayan, disiplinin en aza indirgendiǧi, hatta hiç olmadığı, gönüllülüğün ve uyumun esas olduğu, liderlerin olmadıǧı, insanların düşüncelerini özgūrce ifade edebildikleri, hiçbir şekilde sansūr uygulamayan, geri çaǧırma yönteminin uygulandıǧı, hiyerarşik olmayan yatay bir örgütlenme üzerinde düşünmek gerekiyor.
Disiplinin olduǧu her yerde bir faşizm vardır
Özgūrlūk istiyoruz kendi varlıǧımızı duyumsamak ve sınırsızca yaşamak için. İktidar istiyoruz başkasının özgūrlūǧūnū kısıtlamak için. İşte tarihsel paradoksumuz da budur.
Önemli olan iktidarı almak değil, halkın kendi kendisini aracılar, politikacılar olmadan doğrudan demokrasi ile yönetmesini sağlamak olmalı amaç.
Denilebilir ki, ‘disiplin olmazsa parti, grup da olmaz’. İşte bu noktada da “disiplin” kavramı ortaya çıkıyor. Disiplin de aslında iktidara tabi olmaktır. Bir de muhalefetteki iktidar da vardır. Bir grubun, disiplinin olduǧu her yerde, kaçınılmaz olarak iktidar da vardır. İktidarın olduǧu her yerde ise, bireyin özgūr iradesi söz konusu olamaz. O genele uymak durumunda ve zorundadır. İşte disiplin denilen kavram, tam da buna yarar. Kişiyi iktidara hegemonik bir biçimde biat ettirmenin bir aracıdır aynı zamanda.
Iktidar bireyi her yerde kuşatır, bir ağ gibi Foucault’nun söz ettiği şekliyle. Bu ağlar içinde bireyler aslında birçok iktidara tabidirler: birincisi sistemin, devletin, hükümetin iktidarı; ikincisi ise özgür olmak amacıyla gönüllü olarak bulundukları grupların, toplulukların, kurumların kendi üzerlerindeki iktidarı. Ve birçok karmaşık iktidar biçimi daha.
Her tür iktidarın yaptıǧı ilk iş, çoǧunlukla da disiplin adı altında, bireyin özgūr iradesini ve özgūn ruhunu ortadan kaldırmak ve onu topluluǧa tabi kılmaktır. Bunun için de ilk olarak bireyin özgūr iradesi kırılır, bastırılır, yok sayılır. Her tūr disiplin, özūnde bireyin özgūr iradesini ortadan kaldırma girişimidir.
Gazze’nin güneyinde Refah’ta İsrail Savunma Kuvvetleri’ne bağlı zırhlı bir buldozer tarafından öldürülen Amerikalı barışsever kadın Rachel Aliene Corrie, şöyle diyordu: “Zulūm bizdense, ben bizden deǧilim.”
İnsan kendisini “bizimkiler” olarak nitelediǧi ve içinde kendisini ifade ettiǧi sosyal grubun, toplumun, ırkın, devletin, ūlkenin, partinin, kurumun, kişilerin… yaptıkları zulūmden, hatadan, eksiklikten, yanlışlıktan arındırdıǧı ölçūde aslında kendi dūşūncesini de arındırmış ve insanlaşma yolunda būyūk bir adım atmış olacaktır. Kim tarafından yapılırsa yapılsın, yanlışa yanlış, hataya hata deme cesaretini gösterebilen insan kendi özgūr iradesini de ortaya çıkaracak demektir.
Ya özgūrlūǧū seçeceǧiz ya da iktidarı; çūnkū ikisi aynı yerde bulunmuyor.
Ben ne “bizdenim”, ne “sizden” ne de onlardan. Ben insanlıǧın o būyūk idealinden, özgūrlūkten, eşitlikten ve kardeşliktenim.
Erol Anar
26-27 Temmuz 2016
Brezilya