İşte bazı insanlar da böyledir. Sisin içinde tepeleri kaybolmuş ağaçlara benzerler. Vücudunu görürsünüz bazen bir insanın, ama yüzünü asla göremez, nereye baktığını, ne düşündüğünü bilemez, gülüyor mu ya da ağlıyor mu seçemezsiniz. Çünkü bazı insanların yüzleri yoktur. Hatta başları bile sisin içinde yitip gitmiştir.
İnsanın iç dünyası mevsimlere benzer. Bazen sonbaharda yaprakların dökülür, ağaçlarının çiçekleri kurur. Yalnızlık duygusu verir her şey sana. Bazen kış olur insanın iç dünyanda, vadilerin, dağların, ovaların yoğun bir karla kapanır. Bir fırtınaya dönüşür zaman zaman. Acı çekerek, zorlukla ilerlersin. Bir tipiye tutulursun kendi yamaçlarında, öleceğini ve her şeyin bittiğini sanırsın.
Sis içindeki bir ormana baktığınızda, bazen ağaçlarının tepelerini seçemezsiniz. Ağacı belli belirsiz seçebilirsiniz, ama tepeleri sisin içinde yitip gitmiştir, göremezsiniz. İşte bazı insanlar da böyledir. Sisin içinde tepeleri kaybolmuş ağaçlara benzerler. Vücudunu görürsünüz bazen bir insanın, ama yüzünü asla göremez, nereye baktığını, ne düşündüğünü bilemez, gülüyor mu ya da ağlıyor mu seçemezsiniz. Çünkü bazı insanların yüzleri yoktur. Hatta başları bile sisin içinde yitip gitmiştir. Kişi bazen hem dış dünyada, hem de kendi iç dünyasında kaybolur. İşte böyle anlarda kişinin ne başı, ne de yüzü seçilebilir yoğun sisin içinde. Bu yoğun sisi oluşturan şeyler dış dünyadan gelip iç dünyaya yerleşir; bazen de hem iç, hem de dış dünyadan kaynaklı nedenleri olabilir. Yabancılaşma, izolasyon, depresyon, anksiyete ve postmodern toplumun getirdiği birçok farklı sorunlar bu sisi oluşturur. Kişiyi belirsiz bir imge haline sokar, onun varlığı ile yokluğu artık belli değildir.
Keskin bir umutsuzluk kaplar içini. Bazen yoğun göz gözü görmez bir sis kaplar içimizdeki ormanları, dağları, ovaları ve vadileri. Sis o kadar yoğundur ki, insan bir metre ötesini göremez. Ama buna rağmen yürümeye, hangi yöne gittiğimizi bilmeden ilerlemeye çalışırız. En azından bazılarımız böyle yapar. Ve sanırız ki bu sis hiçbir zaman belki de yüz yıllarca boyunca kalkmayacak. Fakat bir zaman sonra yeniden ilkbahar gelir içimizde, vadiler, ormanlar, ovalar yeşillenmeye, çıplak ağaçlar yeniden yapraklanmaya ve kuşlar yeniden şarkılarını söylemeye başlarlar. Ama yine de bazı insanların içine, ne ilkbahar ne de yaz gelir. Onlar sürekli bir kışı yaşarlar.
Derken yaz gelir, artık gökyüzü masmavidir. İçimizdeki gökyüzüne her baktığımızda top top pamuk bulutları ve mavi derinliği, bazen de sessizce uzaklarda kanar çırpan kuşları görürüz. Bu da bize sonsuz bir umut verir ve düşlerimizi besler, onları yeniden ayağa kaldırır, canlandırır. Yaşama sevincimiz çoğalmış ve hafiflemişizdir iyice.
İnsan içindeki göz gözü görmez bir fırtınada, bardaktan boşalırcasına yağan bir yağmurda, yoğun bir siste bile kendisini arayabilir.
Derken yeniden sonbahar gelir. Bu döngü nasıl doğada tekrar tekrar yaşanıyorsa, insanın iç dünyasında da öyle olur mevsimler değişir ve birbirini izler. Her mevsim güzeldir, çünkü her mevsim kendi güzelliğini içinde taşır. Karla kaplı uçsuz bucaksız ovalar, vadiler de güzeldir. İnsan içindeki göz gözü görmez bir fırtınada, bardaktan boşalırcasına yağan bir yağmurda, yoğun bir siste bile kendisini arayabilir. Ve yemyeşil ovalara, top top bulutlara bakarak da yaşam sevinci duyabiliriz. Bunların hepsi diyalektik bir bütündür, tıpkı doğanın diyalektiği gibi. Çünkü eğer hayat tek bir mevsimden ibaret olsaydı çekilmez bir cehennem olurdu. Hayat işte bunun için, içinde değişik renkleri, mevsimleri, zorlukları, sıkıntıları, yaşam sevincini, mutluluğu, mutsuzluğu, aydınlığı, karanlığı vs… barındırdığı için güzeldir. Çünkü her şey karşıtıyla birlikte vardır.
Dört mevsimi de doya doya yaşamamız gerekiyor. Umudu da, umutsuzluğu da yaşamak gerekiyor. Mutluluğu da yeri geldiğinde mutsuzluğu da.
“İnsan bazen öyle bir sınıra gelir ki, onu aşamadığı için mutsuz olur. Ne tuhaftır ki, aşınca daha da mutsuz olur…” diyor Dostoyevski. (Suç ve Ceza, s. 178)
Hayatımızda bu sınırların sayısı çok fazladır. Bence bu şuna da benzer: bir şeyi elde etmeyi çok isteriz, onu elde ettiğimizde sanırız ki dünyanın en mutlu insanı olacağız. Ancak o çok istediğimiz şeyi avuçlarımızın içine aldığımızda, eskisinden daha mutsuz oluruz. Neredeyse hayatın her sokağı, bir mutsuzluğa çıkar gibi görünür bize. Mutlu olmak için bir şeyleri isteriz, bu para, kariyer, aşk, başarı ya da herhangi başka bir şey olabilir. Ama bütün bunları elde edince, bu kez daha da mutsuz olduğumuzu fark ederiz ve ‘bu hayat sokağının her köşesinde bir mutsuzluk mu bizi bekliyor’ diye sorarız.
Oysa hayat yalnızca ne mutluluktan, ne de mutsuzluktan oluşur. Önemli olan tek bir şeye kilitlenip hayatımızı ona bağlamak değil -ki böyle yaptığımız o şeyi elde edersek hayatımızın enerjisi de söner- ileriye yürümek ve çok büyük şeyler istemeden, küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek ve hayatla ayakta sürekli bir mücadeleye girişmektir. Hayatın içinde mutluluk getirmeyecek birçok öğe vardır. Bunu birebir yaşamamız gerekmez. Bu deneyimi yaşayan insanlara bakabiliriz. Para ve ün mutluluk getirir mi? Öyle olsa, çoğu ünlü ve zengin kişinin mutsuz, alkolik, uyuşturucu müptelası olmasını ve sonu boşanmaya varan evliliklerini, sahte aşklarını ne ile açıklayacağız? Çünkü para, ün, ve de kariyer hiçbir zaman insanı doyurmayacak şeylerdir. İktidar etme istemi de öyle. Dünyanın en hasta kişilerinin iktidar sahipleri olduğunu söyleyebiliriz. Hep daha fazlası istenir, bir sınırı yoktur neredeyse. Bunlar insanı doyumsuzlaştırır. Ve görünmez bir mutsuzluk hapishanesine koyar.
Yaşadığımız her duygu bizi kendimize yaklaştırıyor ve içimizdeki binlerce kapalı kapının birisini açıyor. Bu dünyanın en anlamlı şeyi özgürlüktür, sınırsız bir özgürlük duygusu ve bunu sağlamak için mücadele etmek: kendinle, sistemle, devletle, tabularla, yasalarla, kurallarla ve özgürlüğü engelleyen her şeyle… Bu, dört mevsim mutluluğun da temel şartıdır aynı zamanda.
İnsan bir gün gelip özgürleştiğinde, dört mevsimin de mutluluk, özgürlük olduğunu fark ettiğinde, gerçek anlamda mutluluğu bütün hücrelerinde hissedecek ve hayatı bir nefes gibi derinden soluyacaktır. Ve insan sonsuzlukla bütünleşecek, giderek çoğalacaktır.
Erol Anar
Ekim 2017
Paraná