Hepimizin hayatın içinde bir rolü var. Bu rol, çoğunlukla içinde bulunduğumuz mahalle tarafından verilmiştir. Ve o mahallenin resmi ideolojisine karşı çıkarsak bir gün, anında suçlamalar, hakaretler gelebilir. Bizzat o mahallede en yakınınızda bulunan insanlar tarafından. Bu da devletin yaklaşımından zerre kadar farklı değildir. Sorgulayan, analiz eden, farklı düşünce belirten insan her tür ortamdan uzaklaştırılır.
Herkesin bir bireysel tarihi, gelişim süreci vardır. 12 Eylül darbesi olduğunda 14-15 yaşında çocuklardık. Bu nedenle ağabeylerimize öykünerek sosyalist olmuştuk. Ama teorik olarak çok fazla bir şey bilmiyorduk. 12 Eylül’den sonra ise neredeyse 17 yaşından yukarı herkes hapsedilmişti. Bizler yalnız kalmıştık. Bizi besleyecek bir kaynak yoktu o ortamda. Bu arada kişisel gelişim için tek kaynağın kitaplar olduğunu fark etmiştim. İdeolojik kaynaklardan çok, roman okuyorduk o zamanlar. Zaten babamın özellikle klasiklerden oluşan iyi bir kütüphanesi vardı, küçük yaşlardan beri okurduk. Hatta ortaokulda bilinen klasiklerin çoğunu okumuştum.
O zamanlar dünyada tek bir sosyalizm anlayışının olduğunu düşünüyorduk. 12 Eylül’den sonra kendimi yetiştirmeye başladım. Artık yalnızca roman değil, çok çeşitli konularda ideoloji, felsefe, psikoloji, sosyoloji, vs… kitaplar okuyordum. Ve yavaş yavaş yazmaya da başladım. Okumak yazmayı, yazmak okumayı besledi.
Ama okudukça ve yaşım da ilerledikçe, bir şeylerin teorik ve pratik olarak yanlış olduğunu düşünmüştüm. Bu arada reel sosyalist devletlerin çöküşü de, yeniden düşünmeme yol açtı. Böylece literatürde “otoriter sosyalizm” ya da “devlet sosyalizmi” denilen sosyalizm anlayışı dışında bir de “özgürlükçü (liberter) sosyalizm” ya da diğer bir deyişle anarşist sosyalizm anlayışının olduğunu da öğrendim. Daha önceleri hiç okumadıǧım Emma Goldman, Kropotkin, Max Stirner, Godwin, Bakunin… kitapları da okumaya başladım. Bu arada Marx ve Lenin de okuyordum. Yani tamamen yapayalnız, kendi kendimi eğiterek bir düşünce biçimine ulaşarak netleşmeye çalıştım.
Ve kendi kişisel gelişim tarihim içerisinde, otoriter yani devletçi sosyalizmin asıl sorununun, “devlet” anlayışının kendisi olduğunu düşündüm birey olarak. Sonuç olarak devrim olduğunda, birilerinin boşalttığı koltuklar, devrimi gerçekleştiren öncü partinin kadroları tarafından dolduruluyordu. Tamamen düşmanı olduğu sistemi taklit eden ve kaçınılmaz bir bürokrasiye yol açan bir sistemdi bu. Devletin teoride olduğu gibi söndüğü de yoktu. Aksine giderek daha da bürokratik bir mekanizmaya dönüşüyor ve hantallaşıyordu. Bir ikinci dikkatimi çeken, ‘özgürlük getireceğim’ diye gelerek, toplumun özgürlüğünü kısıtlama, sansür, toplama kampları, grev yasaklamaları, vb… uygulamalardı. Bütün bunların kaynağı “devlet” idi. Bu daha 150 yıl önce Bakunin, Proudhon ve daha sonraları Kropotkin tarafından görülmüş bir gerçekti.
Daha sonra reel sosyalist devletlerin yıkılması, anarşist filozofların öngörülerinde haklı olduğunu ortaya çıkardı. Yine sosyalisttim, ama bu kez bilinçli olarak özgürlükçü sosyalisttim geldiğim noktada. Çünkü şunu keşfettim ki, eǧer özgürlük hemen, şimdi, burada (özellikle de kendi egemenlik alanımız içinde) yoksa, yarın da olmayacaktır. Aynen reel sosyalist devletlerde olduğu gibi. Sadece baskı mekanizması değişecektir. Bir hareketin, partinin, organizasyonun gelecekte ne yapacağını görmek için yarını beklemeye gerek yoktu bence. O kurumun bugün egemenlik alanı içinde insanlara, bireylere nasıl davrandığını görmek yeterliydi. İşte Zapatistaların otoriter sosyalizmden, özgürlükçü sosyalizme ve doğrudan demokrasiye olan yolculukları da aynı çizgiyi izler.
Eğer bir parti, kurum, demokratik mekanizmaları kendi içinden başlayarak işletmiyor ve kendi içinde doğrudan demokrasiyi uygulamıyorsa, oradan gerçek demokrasi ve özgürlük çıkmayacağını düşünüyorum. (Örneğin Zapatistaların egemen olduğu kurtarılmış bölgede, 12 yaşından büyük herkes oy hakkına sahiptir ve doğrudan demokrasi uygulanır. Hatta Parti Merkez Komitesi kararı bile, bazen halkın kararının yanında geçersiz kalabilir.)
İşte benim kişisel yolculuğum ve bireysel tarihim böyle şekillendi. Geldiğim nokta belki bazı insanların hoşuna gitmeyebilir, ama bu benim kimseden yardım almaksızın, tamamen kendi çabalarımla düşünerek, okuyarak, araştırarak geldiğim bir noktadır. Herkesin serüveni farklı bir noktaya, farklı sonuçlara ulaşabilir. Benimki böyle oldu ve böyle olmasından da memnunum. Bir şey bilmediğimi biliyorum yıllardır. Kendimi sınırsız bir şekilde her gün yeniden geliştirmeye çalışıyor, okuyor, araştırıyorum. Bir kutsalım, sorgulanamazım, eleştirilemezim, liderim, önderim yok.
***
Hepimizin hayatın içinde bir rolü var. Bu rol, çoğunlukla içinde bulunduğumuz mahalle tarafından verilmiştir. Ve o mahallenin resmi ideolojisine karşı çıkarsak bir gün, anında suçlamalar, hakaretler gelebilir. Bizzat o mahallede en yakınınızda bulunan insanlar tarafından. Bu da devletin yaklaşımından zerre kadar farklı değildir. Sorgulayan, analiz eden, farklı düşünce belirten insan her tür ortamdan uzaklaştırılır.
Ama yalnız kalsan da eğilip bükülmeyeceksin, ne devlete ne de başka bir güç odağına karşı. Önemli olan, insanın inandığı gerçeği eğilip bükülmeden, çarpıtmadan, hesap yapmadan dile getirebilmesidir. Sorgulayan insan olmak, hiç kimseye yaranmaya çalışmadan gördüğü gerçekleri dile getirmektir. Her şeyi sorgulamak demektir. Hayatın diyalektiği bunu gerektirir. Yoksa bir dine inanır gibi inanırsınız. Russell L. Ackoff’un dediği noktaya gelirsiniz: “Ne kadar az bilirseniz, onu o kadar şiddetle savunursunuz.”
İdeolojik mastürbasyonu ne kadar çok seviyoruz. Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmayı da. Hepimizin resmi ideolojisi var. O resmi ideolojiye aykırı olan her düşünceyi hemen reddediyoruz, hem de en ucuz biçimde suçlayarak. Üstelik ortaya konulan düşüncenin doğruluğunu düşünmeden yapıyoruz bunu. Çünkü “yaşasın” ya da “kahrolsun” demek ve kendi mahallemizdeki resmi ideolojiye uyum sağlamak daha kolay. Zor olan gerçeği aramak, onu ortaya koymaya çalışmak ve araştırmak, öğrenmek. Ben gerçeği arıyorum, ne kadar acıtıcı ve katı olsa da. Nesnel gerçeklikten kaçılamaz, bugün kaçarsınız yarın üstünüze yıkılır dünya. Şunu sormak istiyorum: Nesnel gerçeklik mi önemli yoksa inanışlar mı? Kişilere göre gerçeklik algısı da değişebilir elbette. Ama ortada kişilerden ve algılardan bağımsız bir nesnel gerçeklik vardır.
İsteyen istediğine inanmakta, hatta kendisini kandırmakta özgürdür. Ama ben kendimi kandırmak istemiyorum, nesnel gerçekliğe ulaşmaya çalışıyorum yapabildiğim oranda. Elbette insanlar benim gibi düşünmek zorunda değil, ama ben de onlar gibi düşünmek zorunda değilim.
Herkesin kendi manipülasyonu var ve ona inanıyor, inanmak istiyor. Ben ister sağdan isterse “soldan” gelsin, hiçbir manipülasyona inanmak istemiyorum. Çünkü manipülasyon ister neoliberal, isterse sol etiketli olsun, manipülasyondur ve nesnel gerçekliğe aykırıdır.
Sorgulamak zordur, ben zor olan yolda gidiyorum. Kimsenin benim hakkımda ne düşündüğünün bir önemi yok, ben ne olduğumu ve kendi yolumda ilerlediğimi biliyorum. Kendimce netim, ne olduğumu ve ne istediğimi biliyorum. Ezilenlerin yanındayım, ama her tür devlete ve hükümete karşıyım. Ama sahteliğe de karşıyım. Okumadan, araştırmadan, üçüncü el gazete haberleriyle fikir oluşturmayı da kendi adıma istemiyorum.
İsteyen kendisini kandırmaya ve “yaşasın” ve “kahrolsun” ile avutmaya, ideolojik mastürbasyona devam etsin. Ben gerçeğin peşindeyim.
Ben bir Sartre, Foucault değilim, ama kendi gerçekliğinin peşinde bir yazarım. Sartre’dan Foucault”ya birçok entelektüel her tür ortamdan atılmışlar, ayrılmışlar (Komünist Parti de dahil) tek başlarına mücadele vermişlerdir. Sırtımı hiç kimseye, hiçbir partiye, ya da kuruma dayamıyorum.
Benim için en önemli şey özgürlüktür. Vazgeçilemez, şu ya da bu gerekçeyle kısıtlanamaz ve ertelenemez olan ÖZGÜRLÜK…
Erol Anar