Karşı-kimliklerin Sistem İçinde Eritilmesi

Karşı-kimliklerin Sistem İçinde Eritilmesi

Karşı-kimlikler eritiliyor sistem içinde entegre ediliyor. Radikal kişilikler evcilleştiriliyor. Hatta sistem, bir yere kadar muhalif görünmenize bile izin verebiliyor. Bugün sistem içinde karşı-kimlikler belirsizleşmiştir. 1960’lardan bu yana kolektif yaşam tarzı sistem içinde eritelerek dağıtılmış ve bunun sonucu özgür anlamda bireysel değil, ama bireyci bir yaşam tarzı egemen olmuştur.

“Entelektüellerin Sorumluluğu” başlıklı kitapta Noam Chomsky ile röportaj yapan Michael Albert şöyle diyor: “1960’ların başında ve ortalarında insanlar politize olmaya başladıklarında toplumu anlamaya çalışan entelektüel bir bileşen vardı… yaşam tarzına ilişkin bir tutum vardı… Solun ana akım ve sağa ait genel hayat tanımları ile rekabet edecek bir şeyi kalmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla solda baştan çıkarıcı şeyleri görmezden gelmeyi daha kolay hale getirecek güçlü bir yaşam tarzı ve kimlik yok. İdealleriniz var, ancak karşı-kimliğiniz yok.[i]
Karşı-kimlik konusunda ben şöyle düşünüyorum. Kendisini “solcu, devrimci, sosyalist” olarak niteleyen insanların bir kısmı en azından kendilerinin bir karşı-kimlikleri olduğunu düşünüyorlar. Ancak bu düşünceleri ile hayatın içindeki tavırları çelişkili ve bu çelişkileri ile yüzleşmekten de kaçınıyorlar. (En azından hepsi olmasa da çoğu) Karşı-kimlik, sistem tarafından törpülendi ve anlamını değiştirdi.
O dönemlerde hippi olmak da, yaşam tarzınızı buna göre değiştirmek anlamına geliyordu. Gençlik hareketleri, belirleyici idiler bir anlamda toplumsal davranış biçimlerinin aşılması konusunda.  En azından bir süre için öyle olmuşlardı. Cinsellikten, dine ve çok çeşitli konulara insanlar tabularla yüzleşiyor ve bu tabulara karşı kolektif devrimci ya da radikal bir davranış biçimi arayışına giriyorlardı.

Karşı-kimlik, sistem tarafından törpülendi ve anlamını değiştirdi.

Türkiye’de ise, 1980’lerden önce devrimci olmak bir insanın yaşam biçimini de değiştirmesi ve içinde bulunduğu örgüt, kurum, partiye uyum sağlaması, bazen de profesyonel olarak kendisini adaması anlamına geliyordu. Çoğu insan bu nedenle okulunu da bırakmış, “prosfeyonel devrimcilik” yapmıştı. Hiç kimse kendi bireysel geleceğini öne sürerek, toplumsal hareketlerden, mücadeleden kaçmayı düşünmemişti. Ya da en azından bazı insanlar böyle yapmamıştı. “Devrimci” insanlar komün tarzında yaşarlardı kendi yaşamlarını. Her şeylerini paylaşırlardı. Şimdi çoğunluk kendi olanağı çerçevesinde, diğerleriyle genellikle paylaşmadan yaşıyor bunu.
Ancak günümüzde “devrimci” olmak aynı anlama gelmiyor çoğu insan için. Ayağında nike marka ayakkabı, cebinde kredi kartları, elinde son model akıllı telefon, ağzında Amerikan sigarası, sokakta değil internet ortamında devrimci olmak imajı ile sistem insanları dönüştürdü. Okumayan, böyle bir kesim oluşturuldu. “Devrimci,”sosyalist, solcu” olmak bir imaja indirgendi sistem tarafından. Ve artık devrimci olmak çoğunluk için yaşam biçiminin değişmesi anlamına gelmiyor. Herkes bireysel yanını koruyor, ama bir yandan da imaj olarak toplumcu görünmeye çalışıyor. Burada bireysel yanını koruyor derken, kendi bireysel olanaklarını diğerleriyle paylaşmıyor anlamında söylüyorum. Sokaklarda bunun için protesto gösterilerinde çok az kişi var. (Gezi direnişi gibi toplumsal  patlamaların olduğu dönemler haricinde).
Bu insanların yanı kendisini “devrimci” olarak niteleyenlerin önemli bir kısmı sisteme karşılar. Kendilerini öyle hissediyorlar. Ama alışveriş yapmak için cebinden kredi kartını çıkardığında, sisteme uyum sağladığının ya da finans kapital sistemini güçlendirdiğinin farkında değil, ya da bu gerçekle yüzleşmek istemiyor. Ya da cebinde Amerikan sigarası taşırken bundan rahatsız olmuyor. Starbucks’ta kahve içebiliyor, çocuklarını Mc Donald’s’a götürebiliyor. Bütün bunlardan en küçük bir rahatsızlık duymuyor, ama ABD emperyalizmine karşı görünüşte. Mc Donald’s’ta yemek yerken, ya da Starbucks’ta Marlboro sigarası eşliğinde kahvemizi yudumlarken, Che Guevara fotoğrafını Facebook sayfamızda yayınlayabiliyoruz. Ve bunda da en küçük bir çelişki görmüyoruz.
Veli Saçılık, Yüksel caddesinde 200 polise karşı tek başına demokratik eylem yapıyor, sokakta yanında destekleyen kimse yok ya da beş-on kişi en fazla. Polisin plastik kurşunlarına hedef oluyor. Ama aynı akşam Facebook’ta Saçılık’ın polisin kurşunlarına hedef olurken çekilmiş fotoğrafını, aynı kentte yaşayan binlerce kişi yayınlıyor. Bunu elbette küçümsemiyorum. Facebook’ta bile sosyal anlamda duyarlı olmak bir eylemdir. Ancak demek istediğim şu: Sanal dünyada tepki vermek, insanların sokağa çıkmasını bir anlamda engelledi. İnsan sanal dünyada herhangi bir sosyal olay paylaşarak (ki çoğunlukla gazete haberi) vicdanı olarak toplumsal sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünüyor, vicadini olarak rahatlıyor. Ve bu yüzden de sokağa çıkarak demokratik tepki gösteren insanların sayısı gün geçtikçe de azalıyor. Ve kavramlar da birer imaja dönüşüyor. Yani sosyal medya bir anlamda toplumun gazını da alabiliyor. Bazen ise, daha seyrek olarak sokak gösterilerinin organize edilmesinde bir araç olarak da kullanıldığı oluyor.
Sosyal medyanın diğer bir özelliği ise, insanları hoşgörüsüzleştirmesidir bence. Çünkü sanal ortamda yapacağınız keskin yorumların, küfürlerin, haraketlerin, tacizlerin çoğunlukla bir karşılığı yok. Hele de iktidar yanlışıysanız. Ama iktidara karşıysanız bedel ödeyebilirsiniz.
Peki sağcı, faşist, islâmcı insan tipi farklı mı? Hayır onlar da aynı. Ama onlar devlet yanlısı olduklarını açıkça ortaya koyuyorlar, sistemin destekçisi konumundalar ve sistem karşıtı oldukları şeklinde bir iddiaları da yok. Ancak son yıllarda özellikle Türkiye’de hükümetin sosyal medyayı denetim altına alma çabaları, insanların ifade özgürlüğünü engellemeye yönelik uygulamaları dikkat çekiyor. Ancak burada sadece hükümet karşıtı “sol, demokrat, ya da Kürt çevreler” hedef alınmaktadır.
Konu çerçevesinden sapmadan demek istediğim şudur, sosyal medya çağında, sosyal medyada devrimci imajı vermek, sokakta devrimci olmaya tercih ediliyor birçok insan tarafından. (Sosyal medyadaki mesajlarından dolayı tutuklanan insanlar da olmasına rağmen.) Çünkü iktidar sokağa çıkmayı, insanların en demokratik haklarını barışçıkl bir şekilde kullanmalarını sert polisiye ve adli yöntemlerle engelliyor.
Karşı-kimlikler eritiliyor sistem içinde, entegre ediliyor. Radikal kişilikler evcilleştiriliyor. Hatta sistem, bir yere kadar muhalif görünmenize bile izin verebiliyor. Bugün sistem içinde karşı-kimlikler belirsizleşmiştir. 1960’lardan bu yana kolektif yaşam tarzı sistem içinde eritelerek dağıtılmış ve bunun sonucu özgür anlamda bireysel değil, ama bireyci bir yaşam tarzı egemen olmuştur. Her insan her şeyden önce özgür bir birey olmalıdır, ama burada kastettiğim özgür birey değil de, tam tersine, kendi bireysel çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bireyci kişiliktir. Toplumsal duyarlılıkları olan insan ve kurumların çoğu bile kolektif bir yaşam tarzı önermezler insanlara, üyelerine artık.
Son söz olarak da şunu söylemek istiyorum: Eğer kapitalist bir toplum içinde yaşıyorsak, ne kadar “devrimci” olduğumuzu iddia edersek edelim, ister istemez sistemin içinde ona hizmet ederiz. Kullandığımız kredi kartıyla, yaptığımız askerlikle, ödediğimiz vergiyle, yaptığımız iş, meslek ya da ticaretle. Yaptığımız alışverişle, AVM’lere giderek, markaları kullanarak vs… “Ben bunları yapmıyorum.” demek, kendini kandırmaktan başka bir şeye yol açmaz. Ama, bu gerçekle yüzleşmeden, kendimizi “en devrimci” olarak niteleyerek, sanal alemdeki keskin paylaşım ve yorumlarımızla imaj vererek yaşamaya da devam edebiliriz. Çoğumuz da zaten böyle yapıyor.
Ben kimseden daha temiz, daha mücadeleci olduğumu iddia etmiyorum. Çünkü hepimiz aynı kirli ırmaktayız ve hepimiz kirliyiz.
Çoğu zaman hayat boyu bir kez olsun sorgulamadığımız için, varmış gibi yaptığımız karşı-kimliğimiz, aslında yoktur. Bu bir imajdan öteye gitmemektedir. Hayalidir. Sistemin dışında değil, belki de onun tam göbeğindeyizdir. Kim bilir…
Peki sistem içinde olupta sisteme karşı mücadele verilemez mi? Verilebilir elbette, ama o zaman da sanki herkes kirli de tek biz temizmişiz ve sistemin dışındaymışız gibi bir sahte imajı kalkan etmeyeceğiz kendimize.
Aynaya bakalım mı ne dersiniz? Herkesi ve her şeyi yargılamak yerine, biraz da kendimizi analiz edelim, anlamaya çalışalım, hatta yargılayalım mı?
 
Erol Anar
Şubat 2018
Santa Catarina
 
[i] Entelektüellerin Sorumluluğu, Noam Chomsky, Söyleşi: Michael Albert,  Bgst Yayınları, İkinci Baskı: Haziran 2011, İstanbul, s. 16.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!