Gerçek nerede başlar, simülasyon nerede sona erer? Belki de yalnızca bir simülasyon değil, simülasyonun içindeki bir simülasyonuz kim bilir…
Elon Mask, simülasyon bir dünyada yaşadığımızı belirterek şöyle diyor: “Bu mantığı yürütürsek gerçek dünyada yaşama şansımız milyarda bir.
Şimdi bu argümanda ne yanlış var onu söyleyin. Bu argümanda hata var mı? Gerçek dünyada yaşama şansımız milyarda bir. Belki de simülasyonda yaşıyoruz diye sevinmeliyiz.”[1]
Bazı bilim insanları ve filozoflar da -Nick Bostrom- gibi, simülasyon bir evrende yaşadığımızı iddia ediyorlar. Elbette böyle bir tez karşısında, her şeyin olası olabileceğini düşünebiliriz. Çünkü tersini kanıtlamak neredeyse imkansızdır ve bilim kuşku duymak demektir. Belki bu noktada kuantum teorisi ile de bir bağlantı kurabiliriz.
Gerçek nerede başlar, simülasyon nerede sona erer? Belki de yalnızca bir simülasyon değil, simülasyonun içindeki bir simülasyonuz kim bilir…
Diyalektik materyalist anlayışa göre gerçek somuttur.
Ya da daha yalın bir dille gerçek gerçek midir, simülasyon nedir? Gerçeği algılamamız da zamanla değişebiliyor.
Eğer iddia edildiği gibi evren bir simülasyondan ibaretse, o zaman kendimiz, ikili ilişkilerimiz ve her şey bir simülasyondan ibarettir.
Bizler ise, gerçek olduğunu sanan, birer kopyayız belki de. Ya da Baudrillard’ın dediği gibi kopyanın kopyasıyız. Eğer simülasyonun içindeysek, bir simülasyonun içinde olduğumuzu fark edemeyiz.
Simülasyon hipotezi ilk kez, Oxford Üniversitesi’nde görev yapan İsveçli felsefeci Nick Bostrom’un 2003 yılında yayınladığı makalesi ile ortaya atılmıştır. Argüman, temelinde evrenin çok ileri düzey teknolojiye sahip bir uygarlık tarafından kodlanmış bir simülasyondan ibaret olabileceğini öne sürmektedir. Bu argüman şu önermelerden en az birinin doğruluğuna dayanmaktadır:
(1) İnsanlığın nesli üst düzey bir teknolojiye ulaşamadan tükenecektir.
(2) Üst düzey teknolojiye ulaşmış hiçbir medeniyet bizim evrimsel tarihimizi simüle etmekle ilgilenmeyecektir.
(3) Neredeyse kesinlikle bir bilgisayar simülasyonu içinde yaşıyoruz.
Bu üç maddeyi temel alarak Nick Bostrom şu önermeyi ortaya atmıştır: Günün birinde atalarının simülasyonunu yapacak olan insan sonrası (post-human) bir seviyeye erişeceğimize dair ciddi bir ihtimal olduğu inancı ancak hâlihazırda bir simülasyonda yaşamıyorsak yanlıştır.[2]
Bostrom’un birinci maddede belirttiği, insanlığın sonunun üst düzey bir teknolojiye ulaşmadan tükeneceği tezi gerçek olabilir. İnsanlık yarattığı ürettiği teknolojilerin kurbanı olabilir. Hatta yapay zekanın bile kurbanı olabilir ki- son derece saygın bilim insanları yıllardır bu tehlikeye karşı ciddi uyarılarda bulunuyorlar.
Baudrillard, “Gerçek ya da hakikate özgü perspektifle bir ilişkimizin kalmadığını bu farklı bir uzama geçiş olayıyla birlikte, tüm gönderen sistemlerinin tasfiye edildiği bir simülasyon çağına girilmiştir… Burada bir taklit, suret ya da parodiden değil, aslı yerine göstergeleri konulmuş bir gerçek, bir başka deyişle her türlü gerçek süreç yerine işlemsel ikizini koyan bir caydırma olayından söz ediyoruz. Gerçeğin tüm göstergelerine sahip, gerçeğin tüm aşamalarına kısa devre yaptıran kusursuz, programlanabilen, göstergeleri kanserli hücreler gibi çoğaltarak dört bir yana savuran bir makineden. Gerçek asla geri dönmeyecektir.”[3] der.
Baudrillard’ın tezinden simülasyon kuramına bakarsak, aslında zaten ‘bir gerçek yoktu ki, geri dönsün’ denilebilir, bu kurama inananlarca.
Eğer gerçeklik diye bir şey yoksa, her şey bir simülasyondan ibaretse nasıl bir simülasyonun parçası olabileceğimiz bilincine erişebiliyoruz? Bilincimiz, gerçekliği nasıl algılayabiliyor? Eğer bir simülasyon içinde olduğumuzun bilincine varıyorsak, bu da bir gerçektir. O takdirde, bir simülasyon olmaktan çıkar ve gerçekliğe dönüşür.
Bir video oyununun kahramanı sanal bir video oyunu kahramanı olduğunun bilincinde değildir ve bu bilince de varamaz. Öyleyse nasıl biz gerçeklik ya da simülasyonun ayırdına varabilecek bilince ulaşabiliyoruz?
Eğer bir yapay zeka programı içindeki bi simülasyon ise, bu zeka yavaş yavaş kendisini geliştirebilir ve kendi varlığının anlamını sorgulayabilir.
Fakat teorik fizikçilerin bir kısmı, simülasyonda dünyasında yaşamadığımızı iddia ediyor, üstelik bunu bilimsel olarak da delillendirmeye çalışıyorlar. Örneğin Ringel ve Kovrizhin, anomaliler arzeden kuantum sistemlerinin taklit edilmesinin imkansız olduğunu kanıtladı. Bunu da Kuantum Hall efekti ile açıkladılar. Sorun şu ki, sadece yüz adet elektronun simülasyonda canlandırılabilmesi için gözlemlenebilir evrenden daha büyük bir belleğe sahip bir bilgisayara ihtiyaç duyulacaktı.
Son olarak, Kuantum Hall etkisi, taklit edilmesi imkansız olan anomalilerden sadece biri. Yani evrenimizin bir simülasyon olabilmesi için evrenin kendisinden defalarca kat daha büyük bir bilgisayara ihtiyaç var, bu da simülasyon hipotezini oldukça gerçek dışı bir varsayıma dönüştürüyor.[4]
Fanatizmle beslenen sekterlik ve nesnel gerçeklik
“Gerçek insanı özgürleştirir.” – Ursula K. Le Guin [5]
Ursula K. Le Guin’in dediği gibi, ‘gerçek insanı özgürleştirir.’ Çünkü insan gerçeğe giden yolda nesnel gerçekliğin yanında kendi öznel gerçekliğini de görmeye başlar. Kişi, giderek daha özgürleşir. Ancak bu, toplumun çoğunluğu için söz konusu değildir. Sistem, gerçeğe giden yolları tıkar, gerçekliğin tek tek bireyler ve toplum için algılanabilen bir kavram olmasını engeller. Totaliter rejimlerde, resmi ideoloji oluşturmak, sahte gerçeklik, sahte doğru, dolayısıyla sahte bir hakikat oluşturmaya da neden olur. Resmi ideolojinin yarattığı sahte gerçekliği yaratırken, gerçeklik kavramını da sorgulanamaz bir yapıya büründürmeye çalışır. Resmi ideoloji, tarihin, olayların, olgu ve kavramların subjektif ve çarpıtılmış yorumu ve nesnel gerçekliğin inkârı üzerinde temellenir.
Bu noktada sistem kendi sanal gerçeğini ve resmi tarih anlayışını yaratır. İşte gerçeğe giden yol, sistemin oluşturduğu bu sahte kodların da yıkılması anlamına gelir. Bu yüzden, gerçeği arayanlar, nesnel gerçekliği dile getirenler tarih boyunca hedef alınmışlardır.
“Nesnel gerçeklik olmasaydı, insanın “ben olmayan”ını (öteki – c.n.) oluşturan ve onu tavır almaya zorlayan dünya olmasaydı, insan eylemi de olmazdı.”[6]
Paulo Freire, ünlü kitabı “Ezilenlerin Pedagojisi”nde sağ ve sol sekterlik olgusunu da sorgular ve şöyle der:”Sektere gelince, savları ne olursa olsun irrasyonelliğinin körleştirdiği sekter, gerçekliğin dinamiğini algılamaz (veya algılayamaz) ya da gerçekliğin dinamiğini yanlış yorumlar.”[7]
Bence ise sağ ya da sol, sekter kişiler arasında dogmatizm açısından herhangi bir farklılık yoktur. Sekter kişi, ister sağ isterse sol kanattan olsun, katı, hoşgörüsüz davranan ve düşünen, dünyanın kendi fikirleri ekseninde döndüğünü sanan kimsedir. Nesnel düşündüğünü, diyalektik materyalist bir dünya görüşüne sahip olduğunu iddia etse de, sekterlik nesnel gerçeklikle uyum sağlamaz ve nesnel gerçekliği yadsır. Çünkü bu tür düşünce statiktir, kolay kolay değişmez ve bilimsel düşünceye de aykırıdır. Böyle bir kişi bir tür Procrustes’tır. (Efsaneye göre, yatağına uydurmak için kurbanlarının kol ve bacaklarını çekip uzatan, kesip kısaltan soyguncu.) Gerçeği çarpıtır, onun kanatlarını keser ve kendi statik düşünceleri içerisine oturtmaya çalışır. Yani bir anlamda kendisini kandırır ve buna da inanır.
“Böylece bireylerin nesnel gerçeklik karşısında niçin farklı biçimde davranmaya başladıklarını kavramsal olarak açıklamak mümkün olur. Bu gerçeklik artık çıkmaz yol olarak görünmeyip gerçek yüzünü gösterdiğinde, bireylerin karşılık vermek zorunda oldukları bir meydan okuma halini alır.”[8]
Nesnel gerçekliğe karşı, kendi öznel sahte gerçekliğinden yola çıkan kişinin bu meydan okuması aslında, onun kırılma noktasıdır da. Çünkü nesnel gerçeklik eninde sonunda sahte gerçekliği kıracak ve tuzla buz edecektir. Bu kaçınılmaz bir süreçtir.
“Fanatizmle beslenen sekterlik, her zaman hadım edicidir. Eleştirel bir ruhla beslenen radikalleşme ise daima yaratıcıdır.” [9]
Fanatik bir kişi, dünya görüşü ne olursa olsun, nesnel gerçekliği bütünsel olarak algılayamaz, zaman zaman ondan kaçar, zaman zaman ise onu yadsır. Ama nesnel gerçekliği yadsısa ve ondan kaçsa da, sonunda nesnel gerçekliğin duvarına çarpmaktan kurtulamaz. Burada kişi, nesnel ve öznel gerçekliği arasındaki diyalektik bağı kuramamış ve dolayısıyla gerçeklikten kopmuştur. O artık kendi yarattığı sanal dünyada, nesnel gerçekliğe değil, öznel gerçekliğinden türettiği sahte gerçekliğe, yani inanmak istediği ama gerçek olamayan değer ve kavramlara inanmaktadır. Yani inanmak ve kendi gerçekliğine, dünya görüşüne uygun gelmeyen gerçekleri görmek istemediği için, nesnel gerçekliği de taşıyamaz.
Fanatik insanların diğer bir özelliği de, özünde idealist olmalarıdır. Çünkü idealizm, bilgide düşüncenin temel olduğunu öne sürer, düşünceyi temel alır ve varlığı, insan düşüncesinin oluşturduğunu, kurduğunu kabul eder. Sol sekter de özünde materyalist değil, idealisttir. Çünkü nesnel gerçekliği reddetmekte, onu yadsımakta ya da çarpıtmaya çalışmaktadır. Bireyin kendisini nasıl gördüğü, kendisine hangi misyonu yüklediğinin hayatın içinde bir anlamı yoktur. Gerçek olan, bireyin kendi nesnel ve öznel gerçekliği içindeki durumudur, yani gerçekten olduğu şey’dir.
Psikolojik bir yaklaşımla nesnel gerçeklik değerlendirmesi
İnsanların nesnel gerçekliğe değil de, inanmak istediklerine inanma eğilimleri olduğuyla ilgili bir yazı yayınlamıştım daha önce. Psikoloji biliminde buna Geri Tepme Etkisi (Backfire Effect) deniliyor. İlk defa Brendan Nyhan ve Jason Reifler tarafından terim olarak kullanılan Geri Tepme Etkisi (Backfire Effect) işe inançlarına aykırı bir kanıt ile karşılaşan bireylerin bu kanıtı reddederek inançlarına daha da sıkı bir şekilde bağlanmalarını ifade eden bilişsel bir yanlılıktır.[10]
Oysa okuyan, araştıran ve kendi kişiliğini geliştiren bir kişi, kendi ideolojik dünyasına aykırı düşünceler duyduğunda bile onları reddetmeden önce doğruluklarını araştırır, tartar.
Bu kişiliği ortaya koyabileceğimiz ve psikoloji biliminin kanıtladığı diğer bir yaklaşım ise Dunning-Kruger etkisidir. Bu görüș, “Yetkin olmayan insanlar, vardıkları yanlış sonuçlar ve talihsiz seçimlerin yanlışlığını anlayabilecek kapasiteye sahip değillerdir.” görüşünü savunmaktadır. Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.[11]
Örneğin bir kişi kendisini entelektüel olarak görüyor, sürekli okumuyor, araştırmıyor, bildiğini düşünüyor ve var olan bilgi birikiminden yararlanarak “idare etmeye” çalışıyorsa, o kişi kendisini abartmakta ve niteliklerini gerçekte bilmemektedir. Aslında entelektüel eğilimi olsa bile, onu beslemediği sürece entelektüel değildir.
Bu kişiliğin bir diğer zayıf noktası da bence öz eleştiriden yoksun oluşudur. Çünkü zaten her şeyi tastamam ve doğru olarak bildiğini düşünmektedir. Yanılamaz o, bütün dünya yanılır da bir kendisi yanılmaz. O hep doğrusunu bilir. Üstelik bunu egosunu öne çıkararak kibirli bir tavırla yapar.
Oysa nesnel gerçekliği görmeye ve anlamaya çalışan, onunla yüzleşen kişi ise, tam bir insan olma yolunda ilerlemektedir. Gerçeklikle cesaretle yüzleşmek, insanı olgunlaştırır, onun dayanıklılığını artııtır ve hayatın karşısında daha direngen olmasını sağlar.
“Kişiliğin üst düzeyde gelişmesi doğal olarak, kişinin kendini kandırmayıp gerçeği görmesinin getirdiği bir iç doyumdan da öte, (niteliksel olduğu kadar) niceliksel ilerlemeye yol açar. İstatistiklere göre çoğu insanın duyumsadığı suçluluk duygusu gerçek değil nevrotiktir… Diğer bir deyişle, daha tam bir insan olmak (daha “yüce” bir biçimde olsa da) hâlâ sorunlar ve acılar yaşıyor olmakla birlikte bu sorun ve acıların niceliksel olarak az, hazların ise niteliksel ve niceliksel olarak daha çok olması anlamına gelir. Kısacası, birey kişisel gelişiminde daha yüksek bir düzeye ulaşarak öznel olarak da daha iyi bir duruma gelir.”[12]
Gerçeklikten kaçış ise bir çeşit psikozdur; çünkü kişinin gerçeği değerlendirme yetisinde bozulma oluşur, inandığı gerçekliği nesnel gerçeklik sanır aslında bütün yaptığı yeni gerçeklik yaratmasıdır. Bu durumda kişide azalmış içgörü de oluşur, böylece nesnel gerçeklikten kopmaya ve nesnel gerçekliği algılama yetisini yitirmeye başlar kişi. Yani aslında nesnel gerçeklikten kopuktur ve kendi yarattığı gerçekliğe inanmaktadır ve gerçeği değerlendirme yetisini de, -yani kendi dışındaki dünyayı nesnel olarak değerlendirme ve algılama yetisini- yitirmeye ve tamamen bir hayal dünyasında yaşamaya başlar. Zaman zaman yaşadığı düalizmi, bastırma (represyon) yani bir çeşit savunma mekanizmasıyla etkisizleştirmeye ve böylece üstesinden gelmeye çalışır. Bu, nesnel gerçeklik ile kurmaca gerçeklik arasındaki çelişkidir. Psikolojide buna azalmış içgörü de denilir. Bu, bir durumun nesnel gerçekliğini anlama yetisinin azalmasıdır.
Adler, kişinin bütün bu düşüncelerinin çeşitliliğinin gerçeklik ve gerçekliğin istekleriyle çatışabileceğini öne sürer. Adler’e göre, bir insanın kendisi ve hayat problemleri hakkındaki yanlış görüşü er geç, sosyal duygu yönünde çözüm isteyen gerçekliğin yumuşamaz mukavemetiyle karşılaşır. Bu karşılaşma esnasında meydana gelen sonuç bir şokla karşılaştırılabilir. Bütün bu hallerde “görüş” bir bireyin dünya hakkında tasarımına uyarak bireyin düşüncesini, duygularını, iradesini ve aksiyonunu değerlendirir.[13]
Adler ayrıca şöyle diyor:
“Yalnız, haklarındaki görüşümüzde yanıldığımızı bize haber veren olaylarla doğrudan doğruya karşılaştığımız zamanki deneyimimiz yardımıyla görüşümüzün bir kısmında düzeltme yapmayı kabul ederiz. Fakat hayat hakkındaki genel görüşümüzü değiştirmeyiz.” [14]
Adler’in bu görüşü bence yalnızca bilimsel gerçeklere inanan ve kişilik olarak da kendini değiştirme, geliştirmeye açık olan insanlar için geçerlidir. Ancak fanatizm ve totalitarizm, sağdan sola, mistik, dinsel düşünceden milliyetçiliğe kadar geniş bir yelpaze içinde birçok kesimde egemendir. Dolayısıyla fanatik ve totaliteryen eğilimli insanlar, yanlışlarının hayat içinde yanlış olduğunu kanıtlanmasına karşın düşüncelerinden bir santimetre bile ödün vermezler ve onları değiştirmezler. Bunu da tutarlı olmakla açıklarlar.
Jung ise, inanç ile bilgi arasındaki kopukluğun, günümüzdeki zihinsel kargaşanın çok belirgin özelliği olan bölünmüş bilincin bir belirtisi olduğunu iddia eder. Jung’a göre, sanki iki ayrı insan, aynı konu üzerinde, ikisi de kendi bakış açısından, iki ayrı düşünceyi ileri sürmektedir. Ya da aynı insan yaşadığı şeyi iki farklı kafa yapısıyla resmetmektedir. “İnsan” yerine “modern toplumu” koyarsak, ikincisinde zihinsel bir ayrışma, yani nevrotik bir sarsıntı geçirdiğini kolayca görebiliriz.[15]
İnsan ile nesnel gerçeklik arasındaki kopukluk da, Jung’un bölünmüş bilincin belirtisi olarak saptadığı inanç ile bilgi arasındaki kopukluk gibidir. Birey bir taraftan katı ve tutucu, fanatik biçimde düşüncelerine inanır ve onları savunurken, kendi düşüncelerine uygun olmayan gerçekleri bastırırken, ve bu gerçekleri dile getirenlere saldırırken, aynı zamanda bir nevroz yaşamaktadır belki de Jung’un dediği gibi.
Çünkü yaygın nevrozların en belirgin olan nevrozlar arasında kişilik bozuklukları (öfkelilik, saldırganlık, duygusal yönden olgun olmama hali, abartılı sorumluluk yada suçluluk duygusu, cesaretsizlik, eleştiri yeteneğinin artması yada kaybolması, gerçeklerden uzaklaşmak) olarak saptanmıştır.
Buradan da bakarak, başkalarının düşüncelerine tahammül edemeyen, agresif, kendi düşüncelerini fanatik biçimde savunan, hoşgörüsüz, küfür, hakaret ve aşağılamayı eleştiri sanan kişiliğin yaşadığı nevrozları görebiliriz. Öfke, saldırganlık ve tahammülsüzlük bu prototipin özelliklerindendir. Bu kişilik, giderek gerçeklerden uzaklaşır ve kendi kurduğu sanal gerçeklikte yaşamaya mahkûm olur. Küçük bir dünyadır bu ve nesnel gerçeklikten kopuktur.
Dinsel ve mistik inanışlara gelince, bu inanışlar idealisttir. İnananlar tarafından kutsal bir “doğru” olarak ele alınır ve tartışılmazlar.
Freud’a göre, dinsel doktrinler içerdiği gerçekler sonuç olarak o derece çarpıtılmış ve sistemli bir biçimde maskelenmişlerdir ki insanlık onları artık gerçek olarak kabul edemez.”[16]
Einstein ise, zeki bir kimsenin, gözlediği bütün şeylerden sorumlu olabilecek bir mekanizma tasarlayabileceğini, ama kendi tasarladığı mekanizmanın, gözlemlerini açıklayabilecek biricik mekanizma olduğuna gerçekten hiç güvenemeyeceğini ortaya koyar. Ama bilgisi arttıkça, kendi gerçeklik tasarımının gittikçe basitleşeceğine ve duyumsal izlenimlerinin gittikçe genişleyen bir kesimini açıklayacağına kesinlikle inanır. Bilginin erişilmez (ideal) bir sınırı olduğuna ve insan aklının o sınıra gittikçe daha çok yaklaştığına da inanabileceğini, işte o erişilmez sınıra da nesnel gerçeklik diyebileceğini belirtir. [17]
Çünkü gerçeklik kavramı, statik olarak durgun değildir, sürekli bir gelişme ve hareket halindedir. İşte bu nedenle gerçekliği algılamaya ve analiz etmeye çalışan bilim de statik değil, değişkendir, ve sürekli gelişir. Sonsuz bir gelişim çizgisi içinde diyalektik bir ileriye doğru bir devinimdir. İşte bu nedenle, Einstein yukarıda belirttiği gibi, bilim insanı nesnel gerçekliği ararken dahi, kendi yönteminin biricik mekanizma olduğunu iddia edemez. Sürekli kendi yöntemini de gözden geçirip, gerçeğe giden yolda daha ileri bir boyuta ulaşmayı hedeflemelidir.
Bilgisi artan insan, bilgisinin yetersiz olacağını da o derece iyi görebilmektedir. İşte Einstein’ın demek istediği de budur. Her şeyi bilemeyiz, bilgimizin bir sınırı vardır, ama bilgi sonsuzdur. Bu sonsuzluktan alabileceğimiz bir avucu geçmez. O yüzden insan öğrendikçe, bildikçe giderek de yalınlaşır ve çıplak gerçeğe ulaşma şansı da artar.
Bireysel psikolojinin kurucusu Alfred Adler, gerçeği her zaman ona verdiğimiz anlamla, yani salt gerçek değil, daha önce tarafımızdan yorumlanmış bir gerçek olarak kavradığımızı söyler. Dolayısıyla, bu anlamın her zaman az çok kusurlu ve eksik nitelik taşıyacağını, hatta hiçbir zaman kesin bir doğruluk içermeyeceğini varsaymanın akla yakın bir davranış olacağını söyler.[18]
Yine de içinde bulunduğumuz gerçekliği olabildiğince nesnel olarak görmeye ve yorumlamaya çalışırsak, bir ölçüde gerçeğe yaklaşmış olacağımızı düşünüyorum. Bu da bir anlamda nesnel gerçeklikle, kendi öznel gerçekliğimiz arasında bir uyum sağlamaktan geçer bana.
Fizik teorileri bir gerçeklik (reality) tanımı geliştirmeye ve onunla duyumsal izlenimlerin engin alemi arasında bağlantı kurmaya çalışır. [19]
Kuantum fiziği ve nesnel gerçeklik
“Bilimin temel fikirlerinin çoğu esasen basittir ve bir kural olarak herkes tarafından anlaşılabilir bir dilde ifade edilebilir.” – Einstein [20]
Kuantum mekaniği; madde ve ışığın, atom ve atomaltı seviyelerdeki davranışlarını inceleyen bir bilimsel alandır, ancak yirminci yüzyıl başından bugüne hep tartışıldı. Hatta Einstein, kuantum mekaniği konusundaki bazı görüşlerinde yanıldı, bu deneylerle ispat edildi. Einstein’ın bazı tezleri, örneğin aynı anda iki yerde bulunmak gibi hem kanıtlandı, hem de deneylerle doğrulandı. Ancak, Einstein, kuantum fiziğine hep mesafeli yaklaştı ve onun evreni belirsizleştirdiğini iddia etti.
Özellikle son yıllarda kuantum fiziğinde gerçekleştirilen bazı deneyler, idealistleri ve mistik yorum yapanları harekete geçirdi ve bu deneyleri kendi idealist tezlerini kanıtlamak üzere bir kanıt olarak kullanmaya çalıştılar. Tek bir elektronun, arkasında fotoğraf filminin bulunduğu iki yarık içeren bir levha üzerine gönderildiği ünlü çift yarık deneyi yapıldı. Elektron her iki yarıktan da geçip bir girişim deseni oluşturmuş olması gerektiğini kanıtlamaktadır. Elektron hem bir parçacık hem de bir dalga olarak davranmaktadır. Aynı anda iki (ya da ikiden de fazla) yerde bulunmaktadır.
“Buna karşın kuantum fizikçiler -geçerli ve son derece başarılı matematiksel formüllere dayanarak- felsefi bir sıçrama yapmakta ve bir ölçüm olmaksızın gerçekliğin var olmadığını öne sürmektedirler. Diğer bir deyişle gözlem süreci, gerçekliği yaratmaktadır.” [21] diyor Michio Kaku. “Sık sık fizik yasalarının değişmez olduğu söylenir. Bununla beraber, eğer evren aniden daha düşük bir enerji durumuna doğru bir kuantum sıçraması yaparsa, böylen bir durumda bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir.”[22]
Kuantum fiziği ile, mistik düşünenler kendilerine kanıt arama ve bu yolla idealist bir biçimde kendi tezlerini kanıtlama yoluna girmektedirler. Bu kuantum fiziğinin mistik yorumudur aslında. Fizik bir bilimdir, dolayısıyla bir bilim dalının bulgularının bilime aykırı olması da beklenemez.
“Burada yadsımanın yadsınmasının işlediğini görüyoruz. İlk bakışta, bir kısır döngüdeymişiz gibi görünüyor. Newton’un ışığın parçacık teorisi, Maxwell’in dalga teorisi tarafından yadsındı. Bu da, sırası gelince, Planck ve Einstein tarafından geliştirilen yeni parçacık teorisi tarafından yadsındı. Ama yine de bu, eski Newtoncu teoriye geri dönüş anlamına değil, bilimde gerçek bir devrimi içeren ileriye doğru nitel bir sıçrama anlamına geliyordu. Bilimin tümü dikkatlice elden geçirilmeliydi, Newton’un kütleçekim yasası da dahil. Kuantum fiziğinin gelişimi, bilimde dev bir ileri adımı, ‘klasik’ fiziğin aptallaştırıcı mekanik determinizmden (Engels’in adlandırdığı şekliyle “metafizik” yöntemden) kesin bir kopuşu temsil etti. Bunun yerine çok daha esnek ve dinamik -yani tek kelimeyle diyalektik- bir doğa görüşüne sahibiz.” [23]
Yine de yukarıdaki alıntıdaki yaklaşım genel değerlendirme yapıyor ve çok şey açıklamıyor. Oysa şu bir gerçektir, atom altı dünyadaki bazı gerçekler, nesnel gerçeklik anlayışımıza terstir ve bu dünyayı hâlâ yeterince anlamış değiliz.
Kuantum fiziğinde yoktan var olan ve vardan yök olan parçacıklar oldu, ayrıca bir parçacığın Çift Yarık deneyinin gösterdiği gibi aynı anda iki yerde var olduğu kanıtlandı. Atom altı dünyayı araştıran Kuantum mekaniği nesnel gerçeklik dünyasını reddetmekte ve sağduyuya aykırı kendi kural ve yasaklarıyla hareket etmektedir. Bu bir gerçektir. Dolayısıyla bu Lavoisier’in “Maddenin Sakınımı Yasası’na da aykırıdır. Çünkü bu yasa, “Hiçbir şey vardan yok olamaz, yoktan var olamaz.” der. Demek ki bu yasa, atom altı dünyaya uygulanamaz ve orada geçerli değildir.
Bilimsel yaklaşım yukarıdaki görüşte ileriye sürüldüğü, tarihsel olarak diyalektik bir dinamik süreç ve gelişim içerisindedir. Dolayısıyla Newton’dan Einstein’a oradan Kuantum’a her şey birbirinin üzerinde, birbirinden etkilenerek, ilişki içerisinde yükselir. Hatta bunlar birbiriyle, bir parça da olsa iç içe geçerler.Tarihin tekerleği hep ileriye doğru döner ve bilim de ileriye gider, yeni yollar, yeni bakış açıları, var oluşu açıklayan yeni teoriler gelişir.
Görelilik teorisinde de bu böyledir. Bir olayın eşzamanlılığı yani birkaç kişi için aynı zamanda yaşanması değişkendir. Yani zaman evrenin her yerinde aynı hızda ilerler, ancak farklı şekilde hissedilebilmektedir. Hegel de buna benzer bir tespitte bulunmuştu daha önceleri. “Gerçeklik, bir yerlere yazılmakla bir şey yitirmez, tıpkı onu saklamamızla bir şey yitirmeyeceği gibi. Eğer şimdi, bu öğle vakti, yine o yazılı gerçekliğe bakarsak, onun bayatladığını ve eskidiğini söylememiz gerekecektir.”[24] diyerek.
Hegel, nesnel gerçeğin hakikat ve temel gerçeklik olduğunu; onun bilinip bilinmemesi hiç önemli olmadığını, bilinmese de var olduğunu ve öylece kalmaya devam ettiğini; oysa bilmenin, eğer nesne yoksa yok olduğunu öne sürer.[25]
“Bu da, Kuantum kuramıyla materyalist diyalektik dünya görüşünü; yani özneden bağımsız dış dünya ve nesnel gerçekliğin varlığı ve insan tarafından bilinebilir olduğu düşüncesini geçersizleştiği görüşünün dayanaksızlığını gösterir. Yeni olguların mevcut kuram(lar)ın “ilkeleri”yle açıklanmasının mümkün olmadığı durumlarda, onların neliği ve niteliği, hangi etken ve sonuçlarla bağlı göründükleri ya da oldukları gözönünde tutularak, doğruya olabildiğince yaklaşıklıkla varılmaya çalışılır. Bilimdeki ilerlemelerin özellikle bazı bilim dallarında kuramsal ifadeleriyle mantıksal olması ve kimi durumlarda matematiksel yöntemlerin yardımıyla oluşturulmaları, doğruluklarını gölgelemez.”
Bilimsel gelişmeler, teoriler sıfırdan oluşturulmazlar. Birbirleriyle diyalektik bir biçimde ilişki halinde ve birbirlerinden yararlanarak, onun üzerinde yükselirler. Elbette bu diyalektik süreçte hep ileriye doğru gelişmeler olur. Nesnel gerçekliğin algılanışı da farklı boyutlar içerebilir. Ancak bu nesnel gerçekliğin özünü değiştirmez. Nesnel gerçeklik, bilim değiştirmiş görünse de yine nesnel gerçekliktir, ortadan kaldırılamaz. Bugün fizik biliminde de Newton’dan Einstein’a, oradan Kuantum mekanığine, süper sicim kuramına, birçok kuram ortaya atılmıştır. Bu kuramların bazıları birbirini tamamlar, ama yine de her şeyin kuramına geldiğimizde, yine de ortaya atılan soruların çoğu yanıtlanamamıştır. Ama işte zaten bilim budur, sürekli yeni sorular üretmek ve ileriye doğru gitmek. Bunu da bilimsel diyalektik bir biçimde nesnel olarak yapmak.
“Görelilik Kuramı, ileri sürüldüğü üzere, klasik fizikteki hareket yasalarını tümüyle ortadan kaldırmadı. Aksine, Einstein’in teorisinde “bütünlüğü”ne ulaştı. Einstein, “Evrenin niteliği üstüne kuramsal düşüncelerimi Newton’un büyük düşünceleri üstüne kurdum. Doğal olaylar üstündeki gelişmem, Newton’un düşüncesinin organik bir biçimde gelişmesinden başka bir şey değildir” diyerek, ona hakkını teslim etti. Enerjinin dönüşümü ve Kuantum teorisi, materyalist diyalektiğe yeni kanıtlar sundu.”[26]
Ayrıca kuantum fiziğinde bazı tezler deneylerle ispatlandı, ancak yine de kuantum fiziği bugün itibarıyla tek başına her şeyi açıklamaya yetmemektedir. Fizikte bugün birden çok kuram vardır. Ve bu kuramların hiçbirisi tek başına her şeyi açıklamaya yetmemektedir. Ancak bilimsel gelişmeler devam etmekte ve her geçen gün biraz daha gerçekliğe yaklaşılmaktadır.
Feynman, şöyle der: “Fizik yasalarını keşfetmek bulyap bilmecesindeki parçaları bir araya getirmeye benzer. Birçok parça var ve şimdilerde de bunların sayısı hızla artıyor. Birçoğu diğerleriyle uyuşmuyor ve ortalıkta duruyor. Aynı şeyin parçaları olduklarını nereden biliyoruz? Gerçekten de henüz tamamlanmamış tek bir resmin parçaları endişeliyiz; ancak, bazı parçaların ortak özellikleri bize umut veriyor.”[27]
Ortada büyük bir puzzle var. Ve bu puzzle’ın çok küçük bir parası yapılmış. Büyük bölümü ise daha resme yerleşmemiş, kenarda duruyor. Bazı parçalar birbiriyle ilişkili olarak olarak puzzle üstüne yerleştirilmiş, bazı parçalar ise ayrıksı ve tek başına.
Michio Kaku’nun dediği gibi, bir kuantum bilgisayarda yapılan tüm işlem sonuçlarının belirsiz olduğunu, dolayısıyla işlemi defalarca tekrarlamak zorundasınız. Yani, 2+2 işleminin sonucu en azından bazen 4’tür. Eğer 2+2 işlemini birkaç kez tekrarlarsanız, cevabı ortalama olarak 4 bulursunuz. Sonuç olarak, bir kuantum bilgisayarda sıradan aritmetik işlemi bile bulanıklaşır.” [28]
“Einstein, bizzat kütlenin şaşılacak miktarda bir enerji barındırdığını kanıtlamakla bir devrim gerçekleştirmişti. Kütle ve enerjinin eşdeğerliği E=mc2 formülüyle[29] ifade edilir, burada m kütle, c ışık hızı (yaklaşık olarak saniyede 300.000 km) ve E de durgun cismin barındırdığı enerjidir. m kütlesinde içerilen enerji, ışık hızının karesiyle bu kütlenin çarpımına eşittir. Kütle bu nedenle enerjinin oldukça yoğunlaşmış bir biçimidir. Enerji de yok edilemeyeceğine göre maddenin yok oluşundan söz etmek anlamsızdır.”[30]
Yeni materyalizm, zihni bedenin bir düşüncesi olarak gösterir, zihnin kendi nesnesi olarak bedeni olduğunu iddia eder. Bu düşünce, kuantum fiziğine de vurgu yapar.
Karen Barad şöyle diyor: “Özne ile nesnenin birbirinden ayrılmasından ziyade, öznenin ve nesnenin dolaşıklığı söz konusudur, ki buna “fenomen” denir. Nesnellik, dünyanın bozulmamış ayna görüntüsünü sunmak yerine, beden üzerindeki izlerin hesabını verebilirlik ve parçası olduğumuz dolaşıklıklara karşı sorumluluktur. Difraksiyonu kuantum fiziği alanına taşıdığımızda elde ettiğimiz değişim böyle bir şeydir.”[31]
Ancak yine de materyalizm açısından her şey eski gibi olduğu kadar kolayca açıklanamıyor. Özellikle kuantum fiziğinde yapılan ve deneylerle kanıtlanan bazı olgular, hem sağduyuya, hem de diyalektik materyalizme aykırı gibi durmaktadır.
Başka biçimde söylersek, duyularımız, atalarımıza hayatta kalma bakımından (hiç olmazsa şimdilik) bir avantaj kazandıran bir tarzda gerçekliğin belirli bir biçimini algılayacak şekilde evrilmiştir. Ama acaba bu gerçeklik “gerçekten gerçek” midir? Atomaltı düzeyde (diyelim kuvarkların ötesinde) bilimcilerin kestirimleri felsefecilere gittikçe daha aşina hale gelir: Dünya yalnızca enerjiden mi oluşur, enerji, varolduğu varsayılan çok boyutlu sicimlerde mi tutulur? Burada matematiksel kestirimler dışında hiçbir bulgunun sözü geçmez. Bu da fizikçilere artık belirsiz bir bilimsel zeminde hareket etmekte olduklarını hatırlatır…[32]
Kuantum fiziğini anlamak kolay değildir. Çünkü kuantum fiziğinin bazı tezleri sağduyuya ve nesnel gerçekliğe aykırı gibi durur. Bazı deneylerin sonuçları tam da sağduyuya aykırıdır. Bu da belki zamanla yine bilimin açıklayabileceği bir gizem olarak ortada duruyor şimdilik.
Richard Feynman da bu konuya dikkat çekerek şöyle diyor:” Buna karşın, kuantum mekaniğini kimsenin anlamadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu nedenle, anlatacaklarımı gerçekten anlamanız gerektiğini düşünerek dersi çok da ciddiye almayın; gevşeyin ve keyfini çıkarın! Size doğanın ne şekilde davrandığını anlatacağım. Onu, bu şekilde davranabileceğini kabul ederseniz, çok sevimli ve büyüleyici bulacaksınız. Eğer yapabilirseniz, kendinize sürekli ‘ama bu nasıl olabilir?’ diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. Bunun neden böyle olabildiğini hiç kimse bilemiyor.”[33]
Foucault ve Derrida gibi postyapısalcılara gelince, onlar hem nesnelliğin, hem de gerçeklik ve hakikatin olanaklılığını yadsırlar. Onlara gore, her şey özneldir, kendiliğindendir ve akış halindedir.
‘İdealistler kuantum fiziğinin bazı yönlerinin o zor kavranır özelliklerine işaret edebilirler. Bu özellikler evrenin nihai temelinin gayri maddi olduğunu gösteriyor gibidir: Atom altı parçacıklar minik bilyelerden ziyade dalgalar gibi görülebilir. Ne var ki, buradaki güçler hâlâ bazı varlıkları cezbetmekte veya itmektedir; bu varlıklar enerji dalgalarına (belki de sicimlerine) indirgenebilse bile bu, materyalist tezi geçersiz kılmaz.’[34]
Kuantum fiziğinin, entropi’nin mistik yorumu işte burada devreye girerek, materyalist tezleri geçersiz kılmaya çalışır. Ancak bu o kadar kolay değildir. Sonuçta bir enerji var ise bile o enerji bir varlıktır. Madde enerjiye dönüşebiliyor.
Enerji de maddeye dönüşebiliyor. Özellikle son yapılan deneyler bunu kanıtladılar. Bir enerji çeşidi olan ışık bir enerji maddeye dönüştürüldü.[35] Konuya bir de bu açıdan baktığımızda yine de ister madde, isterse enerji olsun, ikisi de birbirine dönüşebiliyorsa, bu noktada diyalektik bilimsel materyalizm tezleri çürütülmüş olmuyor, aksine daha da gerçeklik kazanıyor bence.
“Diğer bir deyişle ışık yalnızca maddenin bir başka biçimidir. 1919 yılında, ışığın kütleçekim kuvvetinin etkisiyle büküldüğünün gösterilmesiyle bu kanıtlandı. Daha sonraları Louis de Broglie, parçacıklardan oluştuğu düşünülen maddenin, dalgaların tabiatını andırdığına dikkat çekti. Madde ve enerji arasındaki ayrılık böylece ilk kez ve ebediyen yerle bir edildi. Madde ve enerji… aynı şeydir. Bilim açısından muazzam bir ilerlemeydi bu. Ve diyalektik materyalizm açısından da madde ve enerji aynı şeydir. Engels, enerjiyi (“hareket”), “maddenin varoluş tarzı, kendi doğasına içkin niteliği” olarak tanımlamıştı.”[36]
Bilim sürekli bir gelişme içindedir, her geçen gün yeni bulgular ortaya çıkar, bunların bir kısmı deneylerle kanıtlanır. Bu anlamda özellikle Kuantum fiziğinde deneylerle kanıtlanmış bazı gerçekler dikkate alınarak, bilimsel diyalektik materyalizmin güncellenmesi gerekiyor. Çünkü cümlenin başındaki bilimsellik bunu gerektirir. Bilimi, diyalektik materyalizme değil, diyalektik materyalizmi bilime uyarlamak gereklidir. Henüz bu konuda tamamen bir netleşme yoktur. Ama biraz farklı olmakla birlikte yeni materyalizm gibi, bu gerçekleri kuantum fiziğini dikkate alarak açıklama çabaları da yavaş yavaş gelişmektedir.
İnsan nesnel gerçekliğin dışında konumlanmayı seven bir varlıktır. Örneğin kendi dünya görüşüne aykırı bir gerçeğe birebir tanıklık etse, gözüyle görse bile onu reddetmek, inkâr etmek için binbir dereden su getirir. Ve sonuçta nesnel gerçekliği reddederek, onun dışında kalmayı tercih eder. Ve bir gün kaçınılmaz olarak nesnel gerçekliğin duvarına çarptığında, dünya görüşü ve sahte gerçekliği tuzla buz olacaktır.
Sürecek…
Yazının ilk bölümünü okumak için: https://erolanar.org/2018/05/14/960/
Erol Anar
Dipnotlar
[1] Demircan, Kozan: “Evren Bir Simülasyon mu? Elon Mask Matrix Dünyasında Yaşıyoruz Dedi”, 04.06.2016, http://khosann.com
[2] Simülasyon Argümanı, 14 Mayıs 2015, https://www.fizikist.com
[3] Jean Baudrillard: “Simülakrlar ve Simülasyon”, Çeviri: Oğuz Adanır, Doğubatı Yayınları, 5 Başım: Nİsan 2010, İstanbul, s. 15.
[4] Physicists find we’re not living in a computer simulation, 02 October 2017, cosmosmagazine.com
[5] Ursula K. Le Guin:”İçdeniz Balıkçısı”, Metis Yayınevi, 2010, İstanbul, s. 33
[6] Paulo Freire: “Ezilenlerin Pedagojisi”, Ayrıntı Yayınları, İkinci Basım: Nisan 1995, İstanbul, s. 33.
[7] Age, s. 20.
[8] Age, s. 84-85.
[9] Age, s. 20.
[10] Bkz: Erol Anar:”İnsanların Çoğu Gerçeklere Değil İnanmak İstediklerine İnanırlar”, http://www.matematiksel.org
[11] Bkz Erol Anar: “Okumasaydım Ben de Bilirdim Her şeyi”, Ekim 2016, www.dunyalilar.org.
[12] Maslow, age, s. 125.
[13] Dr. Alfred Adler: “Sosyal Duygunun Gelişiminde Bireysel Psikoloji”, Türkçesi Dr. Halis Özgü, Hayat Yayınları, Baskı Tarihi : İstanbul, Kasım 2002, s. 19.
[14] Age, s. 14.
[15] C. G. Jung: “Keşfedilmemiş Benlik”, İlhan Yayınevi, 1999, İstanbul, s. 97.
[16] Freud: Bir Yanılsamanın Geleceği”, İdea Yayınları, 2000, İstanbul, s. 23. (e-kitap)
[17] A. Einstein-L. İnfeld: “Fiziğin Evrimi”, Onur Yayınları, Ankara, Kasım 1994, s. 40.
[18] Alfred Adler: “Yaşamın Anlamı ve Amacı”, Say Yayınları, Çeviren: Kamuran Sipal, İstanbul, s. 6.
[19] Age, s. 247.
[20] Gary Zukav: “The Dancing Wu Li Masters An Overview of the New Physics”, HarperOne (27 de outubro de 2009), XXXI.
[21] Michio Kaku-Jennifer Thompson: “Einstein’dan Ötesi”, ODTÜ Yayıncılık, 5. Basım: Mart 2016, Ankara, s. 53.
[22] Age, s. 153.
[23] Alan Woods ve Ted Grant, Marksist Felsefe ve Modern Bilim.
[24] Hegel, Phenomenology of Mind, s.151. Tinin Görüngübilimi, İdea Y., 1986, s.75-76.
[25] Hegel, The Phenomenology of Mind, s.151. Tinin Görüngübilimi, s.75
[26] Yusuf Akdağ: Bilim, Felsefe ve İnsan”, 13 Aralık 2016, http://teoriveeylem.net/
[27] Richard Feynman: “Fizik Yasaları Üzerine”, Tübitak Yayınları, 2000, Çeviri: Nermin Arık, Ankara, s. 91
[28] Michio Kaku: “Geleceğin Fiziği”, ODTÜ Yayınları, 2014, Ankara, s.263.
[29] Einstein’ın , kendi denklemlerinde bir karekökü dikkate almadığı için, o meşhur E=mc2 denklemi tam anlamıyla doğru olmadığı kanıtlanmıştır. Denklemin doğrusu, E=±mc2 olmalıydı. Eklenen bu eksi işaretinin içinde yeni bir takım ” antimadde” şeklinde parçacıkların var olabileceği yepyeni türde bir ayna evrenin varlığına yeşil ışık yaktığını savunuluyor. Aslında Einstein’ın kendisinin de bu durumun farkında olduğu ancak, formülü tam olarak açıklayamadığı için, boşverdiği de söyleniyor. Ancak yine de Einstein’ın formülü herkes tarafından bilindiği için çok yaygındır. Diğer doğru formülü ise fizikle ilgilenenler bilir.
[30] Marksizm ve modern bilim-2: Kuantum teorisinin diyalektik-materyalist yorumu-Berkay Özbek, 2 Ekim 2009, http://sendika62.org
[31] By Nalan Kurunç: “Madde hisseder, konuşur, acı çeker, arzular, özler ve anımsar”: Karen Barad ile Röportaj Bölüm 1, Eylül 19, 2017, http://www.dunyaninyerlileri.com
[32] Alexander Moseley: “A’dan Z’ye Felsefe”, NTV Yayınları, Birinci Baskı: Temmuz 2010, İstanbul, s. 150-179.
[33] Richard Feynman: “Fizik Yasaları Üzerine”, Tübitak Yayınları, 2000, Çeviri: Nermin Arık, Ankara, s. 139
[34] A’dan Z’ye Felsefe, s. 111.
[35] “Bilim Adamları Sonunda Işığı Maddeye Dönüştürmenin Yolunu Buldular”, 19 Mayıs 2014, http://www.gercekbilim.com
[36] Alan Woods ve Ted Grant, Marksist Felsefe ve Modern Bilim.
One thought on “Nesnel Gerçeklik ve Sanallık Felsefesi: Gerçek Gerçek midir?”