Postmodern toplum insanı, sıkışmış insandır.
Aslında geçmişimiz yalnızca mutlu anlardan meydana gelmez, ama nedense geçmişi düşünüp nostalji yaptığımızda kendimizi mutlu hissederiz. Çünkü geçmişteki mutsuz olduğumuz ve bize acı veren anları unutmak ister, onları hatırlamak istemeyiz çoğu zaman. Belki de bu bir algofobi’dir (acı çekme korkusu) kim bilir… Ya da bir çeşit amnezi (bellek kaybı) yaşarız. Bu yüzden geçmişi hatırladığımız zaman sanki geçmiş, hep iyi ve güzel anlardan oluşmuş gibi dudaklarımıza hüzünlü bir gülümseme yayılır belli belirsiz. Her hatırladığımızda ise farkında olmadan detayları farklılaştırırız. Zaten aynı olayı yaşayan kişiler üzerinde yapılan araştırmalar, bu kişilerin anlatımlarında ciddi farklılıklar olabileceğini ortaya koymaktadır.
Ancak bazen geçmişte yaşadığımız acıları, bir kâbus gibi rüyalarımızda görürüz. Ya da hatırlamak istemesek de, onları hatırlamaktan kaçınamayacağımız anlar gelir. Buna benzer bir durumu, hepimiz zaman zaman yaşarız.
Bazen çok sıkışırız hayatın içinde, kendimizi çaresiz ve güçsüz hisseder, hayatımızın gerçekte sona erdiğini düşünmeye başlarız. Sıkışma insana, yalnızlık, depresyon, izolasyon ve yabancılaşma getirir. Bunların da etkisiyle, kişi kendisini olduğundan daha da fazla sıkışmış hisseder. Ters döndürülmüş bir böcek ya da kaplumbağa gibi kendi eksenimiz etrafında dönüş yaparız yeniden normal durumumuza dönmek için. Bunun için çok çaba gösterir ve yeniden “normal” durumumuza döneriz. Bir çeşit füksasyon’dur (saplanma) bu sanki. Bir bataklığa saplanmış gibi debelenir dururuz, bu durumdan kurtulmak için çok çaba göstermemiz gerekir.
Sanki bir duvar dibine çökmüş, karanlıkta kafamızı ellerimizin içine almış, kendi zavallılığımız ve çaresizliğimizle baş başa kalmış gibi oluruz. Yalnızlık bir kırbaç gibi yüzümüzde patlar. İç içe hapishanelerde yaşarız, sistemin, toplumun ve kendimizin tabularının, kurallarının, yasalarının hapishanelerinde. Geçmişte yaptığımız hataları, pişmanlıkları düşünür ve ‘keşke öyle yapmasaydım, şöyle davranmasaydım’ diye iç çekeriz. Bu hatalarımız her zaman olmasa da zaman zaman aklımıza gelir, yüzümüzü ateş basar ve bizi rahatsız eder.
İnsan bazı şeyleri yaşadığı anda anlayamıyor, algılayamıyor. Çok sonraları geçmişe retrospektif bir bakış yaptığında, geçmişteki kendisini bütün çıplaklığıyla görüyor. Ve ‘Neden o anı yaşadığımda bunları göremedim?’ diye üzülüyor ve kendi toyluğuna şaşırıyor. Yirmi-otuz yıl sonra anladığım birçok şey oldu. Oysa içinde yaşarken farkında değildim. Ama işte olgunlaşmak da böyle bir şey. İnsan bir anda olgunlaşmıyor. Yıllar içinde iplikler tek tek birbirinin üzerinden geçerek ince detaylar oluşuyor. Ve bu ince detaylar birleşerek insanın olgunlaşmasına giden yolu açıyor. Bu da bir yerde nokta konulacak bir süreç değil, sonsuz bir süreç.
Jung, insanın gölgesini kabul etmesi gerektiğini söyler.[1] Peki ya insanın kendisi gölgeye dönüşmüşse tümden, o zaman neyi kabul edecek? İşte kapitalizm insanı bir gölgeye dönüştürmüş, onu özgün kimliğinden soyarak bir vidaya indirgemiştir. Postmodern toplum insanı, yalnızca bir gölgeden ibarettir ve bu gölgenin başka bir gölgesi daha yoktur. Gölgenin gölgesi olmaz.
Sistemin ve içinde yaşadığımız “postmodern” dünyanın bireye getirdiği şey anksiyete, depresyon, yabancılaşma, izolasyon ve sıkışmadır.
Postmodern toplum insanı, sıkışmış insandır. Kapitalist sistem onu tıpkı ırmağın kenarına sıkışmış küçük bir dal gibi köşeye sıkıştırmış onun hareket etmesine izin vermemektedir. Bu sistemde insan duvar dibine çökmüş, kendisini çaresiz hisseden, kendini izole etmiş, yabancılaşmış, teslim olmuş ve yalnızlaşmış bir insan tipidir. Ben sıkışmış insan diyorum. Başkalarıyla birlikte çalışsa, yaşasa bile o yalnızdır. Kalabalıklar içinde de. O, ayağında görünmeyen prangaları olan bir köledir yalnızca.
***
Ama sonra unuturuz, daha doğrusu düşünmekten kaçınır, bir an önce aceleyle birbiri üzerine tıkılmış giysiler gibi unutulmanın çekmecesine koyup gizleriz bunları.
Bazen geçmişte bir yere takılırız dururuz. Hatırlamak istemesek de, bundan kaçınamayız ve bir kabus gibi yaşadığımız acıları tekrar ikinci kez yaşarız. Ter içinde uyanırız gördüğümüz kâbuslardan. Geçmişte yaşadığımız anlar, bir kabusa dönüşmüştür artık. Bilinçaltımızdan biz istemeden bir anda sızıverirler. Daha doğrusu onları kilitleyecek kapıyı bulamayız bir türlü beynimizin labirentlerinde. Bu tıpkı bir kibrit çöpünün akan ırmakta bir dal ya da odun parçasına sıkışıp takılıp kalması gibidir. Bir süre geçtikten sonra kibrit çöpü sıkıştığı alandan kurtulur ve yeniden ırmağın akışına bırakır kendini. Biz de akışa tekrar başladığımızda biraz rahatlarız, biraz geriden de olsa yeniden kendimizi akışımızı yeniden takip etmeye başlamışızdır.
Oysa bizi biz yapan bütün yaşadıklarımızın toplamıdır. Belki şimdi utanarak hatırladığımız hatalar ve pişmanlıklar da bizi bizi yapan öğelerdendir. Geçmişe retrospektif bakış yapmak iyidir, insanın bugününü ve yarınını iyi değerlendirmesini sağlayabilir. Ancak, geçmişte yaşamamak ve ileriye doğru hareket etmek koşuluyla. Yoksa bugünü ve geleceği kaçırır, hayatımızı geriden takip ederiz. Ve gerçekte anlamda onu hiçbir zaman hissedemez, içine giremez, kıyısında köşesinde yaşarız.
Şöyle olmasaydı, böyle olmasaydı şeklindeki düşünceler bence kişiye bir şey kazandırmaz. Olduǧu şekliyle olmuştur yaşadıklarımız ve değiştirilemez. Önemli olan geçmişte değiştiremeyeceğimiz şeylere takılmak değil, ırmaktaki bir dal parçası gibi takıldığı yerden kurtulup tekrar ileriye doğru ırmakla birlikte yeni serüvenlere doğru akmaktır. Hayatın diyalektiği de bunu gerektirir. Bazen unutmak ya da unutmaya çalışmak en iyi terapidir.
İşte o dal nasıl sıkıştığı yerden bir anda kurtulup özgürce ırmakla uzaklara doğru akıyorsa, bizim yapmamız gereken de hayat ırmağına uyum sağlamak ve kenarda bir yerde takılıp kalmaktansa riskleri de olsa ileriye doğru akmaktır. Yani o sığındığımız, hayata teslim olduğumuz duvar dibinden uzaklaşmak, ayağa kalkmak ve her şeye rağmen hayata dolu dolu gülümsemek ve ileriye doğru yürümektir. Çünkü hayatın içindeki özgürlük duygusunu ancak hayatla birlikte aktığımızda hissederiz tepeden tırnağa. İşte o duygunun bir saniyesi bile bir hayata değer. Çünkü yaşadığımızı hisseder ve bir anda bir bulut kadar hafifleriz. Hayatın güzelliği işte budur: akmak hep ileriye doğru. Bazen bir kenarda bir süre durup dinlenir, nefes alırız. Ama tekrar kendimizi ırmağın akışına bırakmamız ve onunla birlikte ileriye uzaklara akmamız gerekir.
Sıkışmaktan kurtulan ve yeniden diyalektik akış içerisinde yol alan özgürdür.
Erol Anar
Aǧustos 2017
Santa Catarina
[1] Frank J. Bruno: “Psikoloji Tarihi”, Kibele Yayınevi, Mart 1996, İstanbul, s. 190.
Çok değer verdiğim abim bu yazıda geçen karakterin kendisini yaşıyor ve kendi dalını 8 yıldır kurtaramıyor. postmodernizmi bireye indirgeme yorumlarını ne yazık ki çok az yazıda görüyoruz bu açıdan sizin yazılarınız antideprasan görevi görüyor teşekkür ederim.
Hocam selamlar
Hayatımın son üç yılının yazıya dökülmüş hâli
Selamlar, iyi geceler