Bu dünyada pek çok insan, sanki Dostoyevski romanı kahramanıymış gibi her gün acı çekerek ve kendini başkaları için feda ederek yaşıyor. Yani kendi hayatlarını değil, başkalarının hayatlarını yaşıyor bu insanlar. Sadece yoksulluk anlamında söylemiyorum bunu, ekonomik durumu iyi olup da hastalıktan ömür boyu acı çeken ya da yaşamını hasta çocuğuna adayan bir anneyi de düşünüyorum. Öteki dünyaya, dine inanırsanız bunu, “Onlar öteki dünyada cennete gidecekler.” deyip kolaylıkla geçebilirsiniz. Elbette isteyen istediğine inanmakta özgürdür; ama inanmamakta da.
Category: Edebiyat
Yeraltı Edebiyatına Giriş (2): Tüketim Kapitalizminin Sıkıştırdıǧı Bireyin Soluk Alma Çabası
Klasik edebiyat düz yolda ilerlemiştir, ama Yeraltı Edebiyatı ara sokaklara, herkesin girmekten çekindiği karanlık sokaklara girer, oralarda ilerler korkusuzca. Diğer yandan da postmodernizmin sanatın üzerindeki
Sana Mektuplar: Sadece Sonsuzluktur Geriye Kalan
Ve hayatımın anlamını geç de olsa kavramıştım. Bir yere yıllarca uçan, ama oraya vardığında geç kalmış olmanın pişmanlığı yaşayan bir kuş gibi hissediyordum kendimi. Ama ne olursa olsun varmıştım yine de oraya. Öyle hissediyordum. Ama sonra yine anlamıştım. Varmak diye bir şey yoktu aslında. Bir şeylere vardığımızı, ulaştığımızı sanmamız tamamen bir yanılsamaydı. Varmak bir noktaydı, ama aslında sonsuzluk vardı sadece. Çünkü sadece sonsuzluktur geriye kalan. Geç kalmak, erken ulaşmak gibi bir şey de yoktu. Hiçbir yere, hiçbir zaman varamayacağını, ulaşamayacağını anladığımızda belki de yaşamımızın anlamını çözmeye yakınlaşıyorduk.
Bir Yazının Sosyolojisi: Beni Bir Kişi Anladı, O da Yanlış Anladı
“Dostoyevski Nedir?” başlıklı yazımda Dostoyevski’den hiçbir alıntı yok. Bu yazımı, “Dostoyevski Nedir?” başlıklı bir televizyon kanalının yaptığı araştırma sonuçlarını yorumlayarak yazdım. Yazımın sonunda da bu videoya yer verdim.
Yazıyı ben yazdım, altında da imzam var. Ama insanların büyük bölümü yazının başlığında Dostoyevski ismi geçiyor diye ve fotoğrafı olduğu için yazıyı Dostoyevski yazdı sanıyorlar. Oysa yazıyı okuyup anlamaya çalışsalar, yazıda Dostoyevski’den hiçbir alıntı yok. Dostoyevski bu yazıyı yazamazdı, çünkü yazıda içinde yaşadığımız çağ ile ilgili olgular var. Ayrıca Dostoyevski neden, “Dostoyevski Nedir?” diye bir yazı yazsın?
Sana Mektuplar: Her Zaman İzleyecek Bir Hayalimiz Vardır
Her zaman izleyecek bir yolumuz yoktur belki hayatımızın içinde, ama inan bana sevgilim her zaman izleyecek bir hayalimiz vardır. Eğer hayallerimiz yoksa izleyecek, zaten yaşayan bir ölüden başka bir şey değiliz biz. Hayatımız da bir çöplükten ibaret demektir. Hayallerin ve sevginin bulunmadığı bu çöplükte insanı bitiren şeyler bulunur, kemik ve kuru kafalar gibi: İktidar, para, kariyer ve ün isteği.
İzleyecek hayalleri, düşleri olan insanlar ise bir anlam arayışına girerler. Seninle de konuşmuştuk bu konuyu ya hatırlarsan. “Ne kadar da yoksuldur hayalleri olmayan, ama parası, mevkisi ve ünü olan insan.” demiştin.
Sana Mektuplar: Kayıp Bir Eldiven Gibiydin
Nefes alacak, günlük hayattan bir anlığına olsa da kaçıp kurtulacak, içimizdeki denizin dalgalarının ve martıların çığlık çığlığa seslerini duyabileceğimiz bir adaya ihtiyacımız var. Eğer gerçekte böyle bir adamız yoksa, hayalimizde böyle bir ada yaratmalıyız. Gün gelir hayal gerçeğe karışır. Artık o zaman neyin hayal neyin gerçek olduğunun bir önemi kalmaz. Hayaline o kadar gömülürsün ki, gerçek umurunda bile değildir artık. İşte böyle bir gerçekliktir bir ada yaratmak.
Michel de Montaigne ve Francis Bacon
Yaşamlarına baktığımızda bir fark da şudur: Montaigne her şeyden elini ayağını çekerek şatosuna çekilmiş ve okuyup yazmaya adamıştır kendisini. İzole bir hayat sürmüştür. Bacon ise, siyasete girmiş ve parlamento üyesi seçilmiştir. Hatta Krallık Başyargıcı olur. Montaigne’in ise, bunu yapabilecek koşullara sahip olmasına karşın, (Fransa Kralı aile dosturdur ve onun şatosuna yemeğe gelirdi) hiçbir makam ve mevkide gözü olmamıştır. Hırsı da yoktur, tek gayesi kendinden yola çıkarak insanları ve hayatı anlamaktı.
Bol Şairli Bir Günün Öyküsü…
Bir gün arkadaşım Erdem Balcı ile İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’na gitmiştik. Sabah erkenden fuar alanının girişinde dolaşırken şair Yılmaz Odabaşı’na rastladık. Erdem kendisini tanıyordu, ben ise şahsen tanımıyordum. Erdem bizi tanıştırdı. Bir süre dolaştık, çay içtik ve sohbet ettik.
Bir Yazarı Gerçekten Tanımak Mümkün mü?
Foucault’nun bir kitabında okumuştum. Gazeteci ona sürekli, “Siz 1966 yılında şunu demiştiniz, yazmıştınız. Oysa şimdi farklı şeyler söylüyorsunuz. Bu bir çelişki değil mi?” Foucault da şuna benzer bir yanıt veriyordu: “Bana sürekli geçmişte yazdıklarımı söylemeyin. Onlar geçmişte kaldı. Şimdi bunları söylüyorum.”
Bazı yazarları kişi olarak tanıdığımızda çoğunlukla hayal kırıklığına uğrarız. Çünkü hayatın içindeki yazar, yazdıkları gibi mükemmel ve kusursuz değildir. Herkes gibi eksikleri, yanlışları, hataları olan bir kişiliktir. Ve yazdıklarıyla çelişir bir oranda. Bütün yazarlar yazdıklarıyla çelişirler. Yüzde yüz uyum sağlayan hiçbir yazar olamaz yazdıklarıyla.
Bir Tuğla Bile Bir Şey Olmak İster
Bir tuğla aslında yapıdaki kendi yerini almadığında aslında hiçbir şeydir. O, hiçbir işe yaramayan yalnızca yer işgal eden işlevsiz bir nesnedir. O ancak, bir yapının kendine düşen yükünü taşıdığında anlamını bulmuştur. İşte bir insan da hayatın içinde kendi rolünü oynamadığında hiçbir şeydir. O insanda tıpkı bir kenara atılmış bir tuğla parçası gibi işlevsizdir. Hayatı değiştirmekten ve dönüştürmekten yoksundur, edilgendir.