Ertesi gün sabah erkenden kahvaltı yaptım, sonra bir duş aldım ve bavulumu hazırlamaya başladım. O gece Ankara’ya dönecektim nihayet, iki hafta hızla geçmişti. Öğlene kadar Hotel’de kalabilecektim. Daha sonra çıkış yapacaktım.
Ve öğlende otelden çıkış yaparak otobüs terminaline gittim, gece için Ankara bileti aldıktan sonra bavulumu orada bulunan emanetçiye bıraktım ve şehirde biraz gezmeye başladım. Kaleye gittim ve biraz zaman geçirdim.
Ve gece Ankara otobüsüne bindim nihayet. Otobüs karanlıkta hızla yol alırken, biraz walkman’den müzik dinledim. Edip Akbayram söylüyordu: “Hava Nasıl Oralarda?”:
- “Senden ayrı geçen günler
- Ha bugün, ha yarın biter
- Omzumda bunca yük varken
- Sırtımda bunca yük varken
- Biri iner, biri biner
- Bildiğim pek çok doğru var
- Gittiğim bir tek yolum var
- Şu yürekte kaç yangın var?
- Biri söner, biri yanar”
***
Nihayet Ankara’da idim iki hafta sonra. Bir iki gün dinlendikten sonra nihayet Demet ile buluşmaya karar verdim. Konur sokaktaki ünlü Dost kitabevinin önünde buluşmayı kararlaştırdık bir Cumartesi günü. İkimiz de heyecanlıydık.
Dost kitabevinin önündeydim randevu saatinde. Birden bir kız geldi, düz uzun saçlı, dudaklarında utangaçca bir gülümsemeyle.
Elimle işaret ederek,
“Demet?” dedim.
Gülümsedi,
“Evet benim, sen de Erol olmalısın.” dedi.
Neredeyse tam Türk filmi gibi olacaktı.
“Nayır nolamaz!“ diyecektim ve kucaklaşacaktık, işte o an beyaz perdede titreşen “son” yazısı belirecekti.
Ama öyle olmadı. Hikâye henüz bitmedi.
“Gidip bir yere oturalım.” dedim.
“Tamam” dedi.
Konur sokaktaki bir pastanenin iç kısmına oturduk. Dışarıda da masalar vardı, ama dışarısı gürültülü idi.
Birer kahve söyledik önce ve sohbete başladık. Aslında birbimizi ilk kez görmemize karşın, aramızda herhangi bir yabancılık söz konusu değildi. Çünkü daha önce telefonda birçok konudan konuşmuştuk saatlerce. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibiydik bir anlamda.
“Eee bakalım,” dedim, “işte geldim, anlat bakalım”
Demet gülümsedi ve,
“Evet,” dedi, “neyi anlatayım?”
“Neyi istersen onu.” dedim.
Okulundan ve bazı şeylerden söz etti. Sonra gözlerinin içi güldü:
“Biliyor musun, o kapısında buluştuğumuz kitabevi var ya, işte oradan geçen gün La Fontaine’nin ‘Masallar’ kitabını satın aldım. Her gün okuyorum. Okudukça zihnim açılıyor ve bazı olayları daha iyi değerlendiriyorum. Bu yüzden teşekkür ederim sana, bu kitabın değer ve önemini bana hatırlattığın için.” dedi.
“Benim yıllardır başucumdadır o kitap; kaç tanesi eskidi, yırtıldı sayfaları, sarardı, yeniden satın aldım hep. Hayat kitabıdır o. Bir yazar 300-400 sayfa bazı olay ve olguları açıklamaya çalışır kişilerden yola çıkarak. Sayfalarca anlatır durur, konuya bir türlü gelemez çoğu zaman. İşte La Fontaine bunu hiç lafı dolandırmadan, bir fabl ile yarım sayfada başarır.”dedim ben de.
“Evet, gerçekten müthiş.” dedi Demet.
Sonra kahvemden bir yudum aldım ve ona sordum.
“Ya,” dedim, “hiç Ankara’dan yerinden kımıldamadan, Akdeniz seyahatimin baş kahramanı olmayı nasıl becerdin?”
“Ha ha ha ha!” gülüyordu.
O gün akşama kadar sohbet ettik orada Ve bir sonraki buluşma gününü kararlaştırarak ayrıldık. Birlikte çıkmaya başlamıştık. Sinemaya gittik sonra, bira içtik, davetlere katıldık; iki ay kadar birlikte takıldık.
Akdeniz seyahatimden geriye kalan tek şey o olmuştu. Yazdığım roman da hiç umurumda değildi artık.
İki ay kadar sonra Demet birden kayboldu, bir iki kez aradım cevap vermedi. Ben de çok meşguldüm o sıralar resim sergilerim ve kitaplarımla. Sonra da Avrupa’ya gitmiştim bir iki aylığına, resim ve karikatür sergileri açıyordum.
Sonra ilişkimiz koptu ve ikimiz de kendi dünyamıza daldık. Yıllar sonra Demet sosyal medyadan bana ulaştı. Tam o sıralar, guatr ameliyatı olmuş ve memleketine gitmiş birkaç aylığına, sonra da okul bitince, kentten ayrılmış.
-SON-
Erol Anar