Gerçek ile hakikat kavramları birbirinden farklıdır. Gerçek nesnel gerçekliği, hakikat ise bu nesnel gerçekliğin zihnimizdeki öznel yansısını dile getirir.
“Bir insanın yapabileceği en iyi şey kendine karşı tümüyle dürüst olmaya çalışmasıdır.”[1]
Kişinin nesnel gerçekliğe (objective reality) değil de, kendi inandığı ve var olduğunu düşündüğü gerçekliğe inanışı, bir çeşit sanallık felsefesidir. Burada bilgisayar ortamındaki sanallıktan değil de, kişinin kendi dünyasında gerçek yaşamın içinde oluşturduğu bir sanallıktan söz ediyorum. Kişi, kendi dünyasında gerçekte var olmayan olguları varmış gibi düşünür ve kendi kendisini buna inandırmaya çalışır. Ancak bu sanallık felsefesi kişiyi, içinde bulunduğu nesnel gerçeklikten kopuşa götürebilir. Bu durum, edebiyattaki kurmaca gerçeklik ile de benzerdir. Kişi, nesnel dünyanın katı gerçekliğinden kaçmak için, kendi ideolojik ve inançsal düşüncelerini savunma amacıyla aslında olmayan, bir kurmaca gerçeklik kurarak, -ben buna -mış gibi yapmak’ da diyorum- dış dünyadan kopar. Ama sanki bir nesnel gerçeklik içindeymiş gibi kendisini kandırarak yaşar. Ta ki bir gün nesnel gerçekliğin katı duvarına çarpana dek. Bu çarpışma kaçınılmazdır.
Latincedeki virtualis kökeninden gelen sanallık, kavram olarak var olmayan ancak sanrılarla var olduğu kabul edilen şeyler için kullanılmıştır. Türk Dil Kurumu’nun karşılığını sanal olarak belirlediği, gerçekte var olmayan kavramlar, olgular ve mekanlar için kullanılır. Terimin kökü ‘sanmak’ fiilinden gelmektedir. Dolayısıyla sanal bir kavram gerçek ya da var olan değildir.[2]
Nesnel gerçek deyimi gerçek deyimiyle anlamdaştır, nesnenin kendisini dile getirir, eş deyişle bilme konusu olan her şey’dir ve tek sözle dışımızdaki dünya’dır. Bu anlamda özdek deyimiyle de anlamdaştır, çünkü insan zihninin dışında var olan her şey özdektir. Her üç deyim de (nesnel gerçek – gerçek-özdek) insan bilincinden bağımsız olarak insanın dışında var bulunan bütün şeyleri dile getirir. Dokunduğumuz bir ağaç, bir taş olduğu gibi, özdeğin özellikleri olan devim, zaman, uzay, doğa yasaları, sosyo-ekonomik yasalar vb. da nesnel gerçek-gerçek-özdektir. Çünkü bütün bunlar insan bilincinin dışında var’dırlar. Bütün bunlar insan bilincinde yansımakla nesnel hakikat olurlar.[3]
“Hakikatin gerçek ölçütlerini kavramları birbirleriyle karşılaştırarak değil kavramı gerçeklikle karşılaştırarak bulabilirim. Bu karşılaştırma öncelikle gözlemle gerçekleşir… Ya da ejderhayı ele alalım. Bu tür bir hayvanı hayal edebilirim, ama böyle bir hayvan yoktur, gerçeklikte yoktur. Ejderha da bir başka hayal ürünüdür.” [4]
Bunu felsefi olarak şöyle de açıklayabiliriz. Gerçek ile hakikat kavramları birbirinden farklıdır. Gerçek nesnel gerçekliği, hakikat ise bu nesnel gerçekliğin zihnimizdeki öznel yansısını dile getirir.
“Hakikat kavramını en iyi şekilde açıklayan diyalektik materyalist felsefedir. Bahçemizde bir ağaç görürüz, bu nesnel gerçekliktir; bu ağaç bilincimizde yansır, bahçemizdeki ağaca uygun olarak doğru yansıdığı ölçüde hakikattir.”[5]
İşte hakikatin algılanmasında bu noktada bir sorun olabilir. Bazı kişiler bahçedeki ağacı görmek istemez, ya da ağacı olduğu gibi değil de kendi algıladığı bambaşka bir biçimiyle görmek ister. Ya da orada bahçede bir ağaç olduğunu yadsır ve ağacı yok sayar kişi, kendisini de buna inandırmaya çalışır. Burada da nesnel gerçeklik ile, göreli olabilen öznel arasındaki çelişki ortaya çıkabilir. Böyle bir tavır gösteren kişilik, nesnel gerçeklikten kopmuştur, diyalektik materyalist felsefeye inandığını söylese bile, aslında nesnel gerçekten kopmuş yapısıyla onu algılamaktan uzak kalacaktır.
Doğru ise esaslı bir prensip olarak anlaşılan bir fenomendir. Nadiren kişisel bir yoruma konu olabilir. Çoğu zaman doğal dünyanın gözlemlenen bir fenomenidir. ‘dünyanın birçok yerinde güneşin doğudan yükseldiği’ savı, bir doğrudur. Hangi yarım küreden olursa olsunlar, hangi dili konuşursa konuşsunlar, bu sav, herhangi bir gruba ya da ulusa ait olan tüm insanlar için doğrudur. Kopernik teorisiyle desteklenen, Galile’nin ‘güneş, güneş sistemin merkezidir’ savı doğal dünyanın bir doğrusunu dile getirmektedir. Bilimsel keşif, deneyim, yorum ve analizin birçoğu bu düzeyde yapılır. Doğru, bu kavramın, hem gerçeğe hem de düşünme yasalarına uygun oluşudur.
Philip K. Dick, “Gerçeklik, ona inanmayı bıraktığın vakit, kaybolup gitmeyendir.” (“Reality is that which, when you stop believing in it, doesn’t go away.”)[6] der. Bu söz, gerçekliğin insan zihninden bağımsız olarak var olduğunu iyi anlatan sözlerden birisidir.
Yani felsefi anlamları söz konusu olduğunda gerçek, doğru ve hakikat kavramları birbirinden farklıdır.
Felsefe kapıyı açar, bilim ise içeride olanı göstermeye çalışır
“Genellikle bilim, ne biliyorsak odur; felsefe de bilmediğimiz. Tanımlaması zor değil, bu yüzden her an felsefe sorularının bilim alanına aktarıldığım görmekteyiz.”[7]
Felsefe bir anlamda bilimlerin bilimidir. Burada bilim ve felsefeden söz ederken, bu nedenle ikisini ayrı ayrı ve birbirini besleyen kavramlar olarak kullanıyorum. Felsefenin ana konularından birisi de “Gerçek nedir? Gerçek olan şeylerin doğası nedir? Bazı şeyler algımızdan bağımsız olarak var olabilir mi? Gerçeklik nedir ve neler gerçek olarak nitelendirilebilir?” gibi sorulardır. Bu sorular giderek detaylandırılır. Bu konuda idealist ve materyalist yaklaşımlar tarihsel olarak söz konusu olmuştur.
“Gerçek nedir?” diye sormuştu bir okurum. İki bin yıldır filozofların üzerinde çalıştığı ve kesin bir yanıt bulamadığı bir soruya yanıt vermek çok kolay değildir. Ama yine de felsefe ve bilim bu soruya yanıt vermekte biraz aşama kaydetmişlerdir bu süreç içerisinde. Gerçek, doğru ve hakikat kavramları birbirinden farklı kavramlardır. Ancak bu kavramlar günlük hayatın içinde sanki aynı şeyi ifade ediyorlarmış gibi aynı anlamda ele alınırlar.
Bertrand Russell, sorunu felsefi açıdan ele alarak, dünyada mantıklı düşünen hiç kimsenin şüphe duymayacağı kadar kesin doğrulukta bir bilgi var olup olmadığını sorarak, ilk bakışta pek de zor görünmeyen bu sorunun, gerçekte, sorulabilecek en zor sorulardan birisi olduğunu söyler. [8]
Bu felsefi bir yaklaşımdır, çünkü felsefe önce şüpheleri ortaya koyar, sonra ise onları bilebilmenin olanaklarını arar. Örneğin nesnel gerçekliğin herkes tarafından kabul edilmesi için, (ya da kabul edilmese de, artık gerçek olduğundan şüphe edilmemesi) konjonktürel olarak zaman kavramı da önemlidir. Örneğin dünyanın düz olduğu düşüncesi bugün için “eski” ve miadını doldurmuş bir düşüncedir. Bugün artık dünyanın yuvarlak olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Böylece bugün için şüphe edilmeyen bir bilgi iki bin yıl önce şüphe ile karşılanır ve kimse de buna inanmazdı. Demek ki bazı gerçeklerin ortaya çıkması için, insanlığın belirli bir fiziksel ya da düşünsel evrimden geçmesi gerekiyor. Dünya aslında iki bin yıl önce de nesnel bir gerçeklik olarak yuvarlaktı. Bu insan bilincinden bağımsız bir gerçekti. Fakat insanlığın bunu anlaması için iki bin yıl geçmesi gerekti.
Bir düşünceye, olguya, kavrama bir kez inandıktan sonra, bir daha neredeyse hiçbir zaman bütün bunların doğruluğunu sorgulamıyor, doğru olduklarından kuşku duymuyor ve böylece aslında kendimizi geliştirmekten de uzak kalmış oluyoruz. Oysa insanın bütün bu kavramları, olguları ve inandığı düşünceleri her zaman sorgulaması, onları zenginleştirmesi, hayata uyarlaması ve böylelikle de kendisini geliştirmesi gerekiyor.
Bertrand Russell,
“İnsan inandığı her şeyde bir kuşku payı bırakmalı ve kuşkuya karşın hareket etmek gücünde olmalı.”[9] diyor.
İşte Russell’ın sözünü ettiği bu “kuşku payı” felsefedir. Eğer bu kuşku payını bırakmıyorsanız, sizin inandıklarınız, nesnel ve bilimsel değildir.
Sonuç olarak bence nesnel gerçeklikten kaçılamaz. Nesnel gerçeklik, eninde sonunda açığa çıkacak ve yadsınamaz biçimde kendisini dayatacaktır.
Örneğin 1950-1960 yıllarında elinizdeki verilerden yola çıkarak, Sovyetler Birliği’ndeki sistemin yakın gelecekte yıkılacağını iddia etseydiniz, birçok tepki alabilir, hatta “devrim düşmanlığı” ile suçlanabilirdiniz. Oysa daha 1920’li yıllarda, Kropotkin, Emma Goldman gibi anarşist düşünürler bunu öngörmüşlerdi. Çünkü onlar, nesnel gerçekliği temel almışlardı; ideolojik açıdan bakarak salt öznel ya da sahte bir gerçeklikten, ya da resmi bir ideolojiden yola çıkarak olguları değerlendirmemişlerdi. Elbette Goldman’ın değerlendirmeleri de her ne kadar nesnel gerçekliği temel almaya çalışsa da, bir anlamda öznellik de içeriyordu ki bu kaçınılmazdır. Öznel ve nesnel gerçeklik arasında bir diyalektik ilişki vardır. Önemli olan bu dengede nesnel gerçekliğin öznel olandan daha ağır basmasıdır. Ancak bu bugün bir olgudur ve tartışmaya açık da değildir. O zaman nesnel gerçekliğin reddi ya da algılanma biçimi konjonktürel olarak değişir. Ama sonuçta nesnel gerçeklik artık kendisini dayatır ve tartışılamaz bir duruma dönüşür.
Yine de felsefi açıdan işler bu kadar kolay değildir. Russell şöyle sorar:
“Fakat, eğer gerçek, görünen şey değilse, gerçek diye bir şey olup olmadığını bilebilir miyiz? Eğer bilebilirsek bunun ne gibi bir şey olduğunu anlama olanağımız var mı?[10]
Gerçeğin ne olduğunu tespit etmek için, sorunu aynı anda bence bilimsel ve felsefi yöntemlerle birlikte ele almak gereklidir. Felsefe kapıyı açacak, bilim ise içeride olanı göstermeye çalışacaktır. Elbette içeride olanı göstermeye çalışmak çok kolay değildir.
Russell yine, belli bir durumda, inandığımız şeylerin yanlış olmadığını nasıl bilebiliriz, diye sorar ve bunun, soruların en zoru olduğunu ve inandırıcı biçimde yanıtlanmasının da olanaksız olduğunu iddia eder ve bununla birlikte, daha az güç olan bir başlangıç sorusunu sorar: doğru yada yanlıştan ne anlıyoruz? [11] Ve Russell, doğruluk kuramımızın onun karşıtını yani yanlışlığı da kabul edecek biçimde olması gerektiği sonucuna varır.İşte bu diyalektik bir süreçtir.
İşte bence de bu noktada kişinin öznel inanç ve düşünceleri devreye gitmekte, ve kişi nesnel gerçekliği olduğu gibi değil de, kendi olmasını istediği şekilde algılamaya çalışmaktadır. Yani bir nevi kendini kandırmaktadır ve bunda da çoğunlukla başarılı olmakta, kendini inandırmaya çalıştığı bir şeye, bir süre sonra kesinlikle inanmaktadır. Burada Russell’ın belirttiği gibi, inançlar “yanlışlara” yol açmaktadır. Yani inançlar, kişiyi nesnel gerçekliğin dışında bir düşünceye sürüklemektedir.
Mağaranın dışında bir hayat var mı?
Antik çağ felsefesinin en önemli alegorilerinden birisi olan Platon’un Mağara Alegorisi’nde göre bazı insanlar hayatları boyunca karanlık bir mağaraya zincirlenmişlerdir; bu insanlar başlarını sağa ve sola çeviremezler, sadece karşılarındakini görebilmektedirdir. Bu insanlar güneşi de hiç görmemişlerdir. Gördükleri şey, mağaranın girişinden yansıyan nesnelerin gölgeleridir. Ve bu mağarada yaşayan insanlar, bu gölgeleri gerçeklik olarak algılarlar.
Bir gün bu insanlardan bir tanesi zincirlerinden kurtulur ve mağaranın dışında yeni bir gerçeklik ile tanışır; duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin gerçek olmadığının farkına varır. Dünyanın farkına varan bu insan, diğerlerini aydınlatmaya çalışır, ancak bunda başarılı olamaz. Çünkü mağarada gölgeleri görerek yaşamaya alışmış insanlar dışarıda yeni bir gerçeklik olduğunu reddederler. Bu alegoride zincirini kırarak gerçekliği gören birey, sorgulayan bir bireydir ve kendi hakikatiyle tanışır. Buna göre zincirini kıran birey, hakikatin peşine düşen bir filozofu olduğu kadar, sorgulayan insanı da temsil etmektedir.
Bu alegori, insanların nesnel gerçeklikten ne kadar uzak yaşadıklarını, aslında gerçekliğin sadece bir yansıması olan düşüncelere inanarak, gerçek dünyayı reddettiklerini ve işin ilginç yanı buna alışarak kendi sanal dünyalarından başka bir gerçeklik olacağını kabul etmemeleridir. Bu nedenle tarihsel olarak bakarsak, toplumun, insanların çoğunluğu sorgulamadan yaşamayı tercih ederler. Nesnel gerçeklik onların çok da umurunda değildir, içinde bulundukları koşullarda oluşturdukları sahta gerçeklik içinde kendilerini de kandırarak yaşamayı tercih ederler. Yani karanlıkta yaşamaya alışmıştır gözleri, güneş ışığını aydınlanmayı görerek gözlerini acıtmak istemezler. Zincirleriyle mutlu oldukları sanısıyla yaşamak onların daha kolayına gelmektedir. İşte bu nedenle mağaradan dışarıya çıkarak nesnel gerçekliği arayan, keşfeden insanlar tarih boyunca yakılmış, öldürülmüş, hapsedilmiş, ortadan kaldırılmışlardır. Ancak buna rağmen nesnel gerçeklik ve onun getirdiği bilimsel diyalektik materyalist düşünce biçimi ortadan kaldırılamaz.
“Nesnel gerçekliğe diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemle yaklaşmazsak Tekil’in Tümel’le kurduğu özdeşliği, Madde’nin Hareket’le kurduğu özdeşliği, Öz’ün Tezahür’le kurduğu özdeşliği, Özel’in Genel’le kurduğu çelişkili birliği, Zaman’ın Mekân’la kurduğu çelişkili birliği, İçerik’in Biçim’le kurduğu çelişkililiği birliği göremeyiz. Kalıcı değişim, dönüşüm, gelişim ilişkisini kuramayız. Canlı materyalist diyalektiği değil, ölü-mekanik diyalektiği tekrar edip dururuz.”[12]
José Saramago: “Körlük” adlı kitabının sonunda şöyle der:
” Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, Gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler.”[13]
İşte bu, gerçekle yüzleşmek istemeyen insanların durumuna benzer. Onlar gerçeği görseler de, onun farkına varsalar da onu görmek, farkında olmak, yüzleşmek istemezler. Bu yüzden nesnel gerçekliği inkâr eder, yok sayarlar. Onlar gözleri açık, görme engelli insanlardır.
Aslında insanların nesnel gerçekliğe yaklaşımlarını ele alırsak, toplumun çoğunluğunun gerçeklik ile olan ilişkisinda psikotik özellikler gösterdiğini söyleyebiliriz. Toplumun büyük kısmı gerçeklikle olan bağlantısını kaybetmiştir. Bunda sistem tarafından yapılan manipülasyonların, gerçekliğin çarpıtılmasının rolü de vardır. Çünkü gerçeklikle yüzleşmek, hem bireyin kendi açısından, hem çevresi ve sistem açısından tercih edilir bir seçenek değildir; çünkü gerçeklikle yüzleşmek istenmeyen tehliklei sonuçlara yol açabilir. Bu nedenle birey, gerçeklikten kopmayı ve algılarını topluma ve sisteme uydurarak, uyum sağlayarak yaşamayı tercih eder. Gerçeğin inkârı, yok sayılması, görmezden gelinmesi gibi davranış biçimleri geliştirir. En azından insanların çoğunluğu böyle yapmaktadır. Bu sosyal bir psikozdur. Ve bir çeşit korunma mekanizmasıdır aynı zamanda. Gerçek dayanılmayacak kadar acı ve katı olabilir, bu da bireyin içinde bulunduğu çelişik durumu daha da karmaşık duruma sokar. Birey bir savunma ve korunma mekanizması olarak gerçeklikten kopar, onunla yüzleşmekten kaçınır, bu bir çeşit kopuştur.
***
Marx ise, gerçekliği diyalektik olarak göz önünde bulundurur ve her şeyi insanî etkinliğin, toplumsal yılgının bir sonucu olarak kabul eder. Nesneler her şeyden önce insanlar tarafından yaratılmış nesnelerdir, onların etkinliklerinin bir billûrlaşmasıdır.
Marx, insan düşüncesinde nesnel hakikatin payı olup olmadığını, teorik değil pratik bir sorun olarak görür ve insanin, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya ait oluşunu pratikte kanıtlamak zorunda olduğunu öne sürer. Ona göre pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçek dışılığı üzerine yürütülen tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur. Ona göre insan tarihle beraber değişir; kendini geliştirir; kendini dönüştürür; tarihin bir ürünüdür; kendi tarihini kendi yaptığı için, kendisi kendisinin ürünüdür.[14]
Marx, bundan önceki tüm materyalizmin (Feuerbach’ınki de dahil olmak üzere) başlıca kusurunun; nesnenin, gerçekliğin, duyumsallığın duyusal insan etkinliği, pratik olarak, öznel olarak değil, yalnızca nesne ya da sezgi [Anschauung1) biçiminde kavranması olduğuna vurgu yapar.[15]
Marx, insanların maddi üretimlerini ve maddi temaslarını geliştirdikçe, kendi gerçek dünyalarının yanı sıra düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini de değiştirdiklerini, yaşamı belirleyenin bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşam olduğunu… Gerçek yaşamla uyumlu olan ikinci yaklaşımın çıkış noktasının ise, yaşayan gerçek bireylerin kendisi olduğunu söyler. Ona göre bilinç, asla bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz; insanların varlığı da onların gerçek yaşam süreçleridir.[16]
İnsanların nesnel gerçeklik ile olan ilişkileri üzerine bazı notlar
“Sevimli bir şeydir yalan, çünkü gerçeğe götürür bizi. Hayır, kötü olan, yalan söylerken söyledikleri yalana kendilerinin de inanmaları.”[17] Dostoyevski
“Kendimizi ve kendimize ait ideal imgemizi, hoşa gitmeyen ya da tehlikeli gerçeklerin bilincine varmamızı engelleyen bastırma gibi savunma mekanizmaları ile koruruz. Acı veren gerçeklerin bilinç düzeyine çıkmasını engelleyen ve terapistin bunları görmemize yardımcı olma çabalarına karşı koymayı sağlayan tekniklere psikoterapide ‘direnç’ adı verilir.” [18]
Ben buna aynı şekilde acı veren gerçeklerden bastırma yoluyla kurtulmaktan başka bir de agresifleşmeyi, başkalarına saldırarak, bu gerçekleri ortaya koyanları hedef alarak, kendi imgelemindeki sahte gerçekliğin sürmesini istemelerini ekliyorum. Bu durum hatta, insanların gerçeklerden çok, inanmak istediklerine inandıkları ve bilimsel ve nesnel olarak gerçek ortaya konulsa dahi karşı bir tepkiyle inandıklarına saha sıkı sarıldıklarını ortaya koymuştur. Latince bir felsefi terimde de ortaya konulduğu gibi, İnsanlar inanmak istediklerine inanırlar (Homines quod volunt credunt).
Kişi, nesnel gerçekliği ne kadar reddederse, inandıklarına o kadar daha çok inandığını, ve bu inandığı sahte gerçekliğin bir kale gibi sağlam olduğunu düşünür. Ta ki o sahte gerçeklik, nesnel gerçeklik tarafından yıkılana dek. Yani kişi aslında nesnel gerçekliği değil, kendi imgeleminde yarattığı sahte gerçeklikte yaşamaktadır ve bu durumdan da hoşnutsuz değildir. Ayrıca bu durum, yani nesnel gerçekliği tartışmayı bile reddetmek ve onu dile getirenlere en acımasız şekilde suçlamalarla, karalamalarla saldırmak zayıf bir kişiliğin ve aslında kendisini düşüncelerle değil agresif tavırlarla ortaya koyan bir kişiliğin ifadesidir. Bu agresif tepki ne kadar güçlü olursa, aslında kişi de o kadar aslında kendi düşüncelerine inanmamakta, onları zayıf bulmaktadır. Küfür, hakaret ederek, ya da suçlayarak bu düşünsel zayıflığını bastırmakta ve bir anlamda da kendisini rahatlatmaktadır. Ama diğer yandan da elindeki bu düşüncelerine daha da sıkı sarılmaktadır.
“Nefretle dolu olmak, devamlı birilerine öfke duymak hiç de övünülecek bir şey olmadığı gibi bir insanın sağlıklı olup olmadığını anlamak için de insanlardan ne kadar nefret ettiğine bakmayız. Dahası, gelişmenin temelinde nefret vardır hiç diyemeyiz. Nefret ve öfke yok etmeye programlanmış duygulardır ve olgunlaşmanın en büyük işareti yıkıcı duyguları yapıcı olanlarla değiştirebilmektir.”[19]
Bu öfke ve nefret şimdilerde “postmodern” toplumda daha çok sosyal medyada ortaya çıkıyor. Çünkü insanlar sosyal medyada gerçek hayatta olduklarından daha fazla nefret gösteriyor ve öfkeyle kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Özellikle de sosyal medyadaki yorumlara bakıldığında birbirlerini tanımayan insanların bile haber yorumlarının altında birbirlerine nasıl nefretle yaklaştıkları görülebilir. Bunun en önemli nedeni ise, kişiler arasındaki görüş ve düşünce farklılıklarıdır. Kişi kendi dünya görüşünü diğerlerine dayatmakta ve duymak, görmek istemediğinden farklı bir şey duyduğunda hemen saldırıya geçmektedir.
Bu yalnızca Türkiye’de böyle değildir, şöyle bir İngilizce, İspanyolca, Portekizce ya da başka dillerdeki gazetelerin veya haber sitelerinin internet sitelerinde haber ve yazıların altına bakılırsa, oralarda da aynı durum olduğu saptanabilir kolaylıkla, böylelikle ne demek istediğim de daha iyi anlaşılacaktır. Bu tür prototip, herhangi bir dünya görüşüne sahip olabilir; dinci, milliyetçi, cinsiyetçi, ırkçı, sağcı, solcu ve her tür dünya görüşüne sahip insanların bazıları bu tür yorumlarda bulunabilirler. Bu dünya görüşüyle değil de, daha çok kişinin kendi kişiliği ve dünyaya bakışı ile de ilgilidir. Daha çok fanatik olarak nitelenebilecek, kendi düşüncesi dışında tüm düşünceleri reddeden ve sorgulamadan inanan insan tipidir bu. O yüzden hangi dünya görüşüne sahip olduğundan çok, hangi davranış biçimlerini gösterdiğine bakmak gerekir.
Çünkü böylesi zayıf kişilik, dünyadan kopuktur aslında, kendi dünyasında yaşar. Dünyadaki her gelişmeyi kendi ideolojik sahte gerçekliğine ya da inancına yamamaya çalışır. Ve bunu yapabilmek için de kendisini kandırması zorunludur. Böylesi bir kişiliğin, nesnel gerçeklik ile olan ilişkisi kopmuştur.
Karen Horney ise, çağın nevrotik kişiliğini anlatırken, bu tavırları ve eğilimleri sınıflandırır ve şöyle der:
“Dördüncü grup güçlükten,… birine karşı çıkma, saldırıda bulunma, küçük düşürecek sözler söyleme, başkasının hakkı olan bir şeye el uzatma ya da herhangi bir düşmanca davranışta bulunma gibi davranışları anlıyorum. Birincisi saldırgan olma, başkalarına karışma ve söz geçirme, çok şey isteme, emretme, aldatma, kusur bulma eğilimi olarak görünür. Bu gibi tavırları benimsemiş olan kimseler, bazen saldırgan olduklarını fark etmekle birlikte, çoğu zaman bu durumdan büsbütün habersizdirler; gerçekten saldırgan oldukları ve başkalarına zorla bir şeyler kabul ettirmeye çalıştıkları halde, subjektif yönden kendilerini dürüst bir insan, yalnızca fikrini söyleyen ya da isteklerinde ölçülü olan bir insan olarak görürler.”[20]
İşte bence, sosyal medyada kişilerin saldırgan, kendi görüşlerini dikte ettirici, başka düşüncelere saygısız, hatta farklı görüşlere küfür, hakaret ve aşağılama ile kibirli bir şekilde yapılan yorumların altında Horney’nin söz ettiği nevrotik kişilik bulunabilir. Böyle bir kişilik, başkalarının haklarına tecavüz ettiğinin, onların düşünlerine saygı göstermediğinin bile farkında değildir. Çünkü kendisine göre, dünyanın en “doğru” düşüncelerine kendisi sahiptir. Bu nedenle düşüncelerini ortaya koymaktadır. Ancak bunu yapma yöntemine gelince, ne kadar saldırganlaştığının farkına bile varmaz. Aslında bu tavır, kişiyi fanatizme kadar götürebilir. Kendi düşüncesinden başka bir düşünceyi duymaya bile tahammül edemez, elinden gelse farklı düşünceleri yasaklayacak, bu düşünceleri dile getirenleri de hapsedecektir. Eğer bu iktidar gücü elinde yoksa, farklı düşünceleri dile getirenlere yönelik yapacağı tek şey, saldırı, küfür, hakaret, karalama, suçlama ve aşağılamadır. Dile getirilen düşünceleri o kadar “yanlış” bulacaktır ki, onları sorgulamayı ve bir an olsun doğruluk derecelerini düşünmeyi dahi reddedecektir.
“İnsanların neye inanmak istedikleri konusu yalnızca, kendilerine önerilen düşüncelerin, kuralların ya da kişilerin inanılırlığı ya da meşruluğuyla ilgili bir sorun değildir. Bu aynı zamanda, insanların inanmaya olan gereksinmeleri sorunudur.”[21]
İşte bu insanın bir şeye inanma ihtiyacı daha sonra, inandığı o şeyin kemikleşmesine ve artık inandığı şeyin yanlışlığı bilimsel olarak kanıtlanmasına karşın, ona inanmaktan vazgeçmek bir yana daha da sıkı sarılmasına neden olmaktadır. Yapılan psikolojik deneyler bu gerçeği bilimsel olarak kanıtlamıştır. Yine insanın içinde yıllar içerisindeki birikimle oluşturduğu çevresinin tepkisi de onun düşüncelerini belirlemekte, onun o çevrenin çizdiği düşüncelerin dışına çıkmasına izin vermemektedir. Birey, çevresinin çizdiği düşünsel ve davranışsal sınırların dışına çıktığında, ya o çevreden izole edilir ya da sertçe uyarılır, cezalandırılır, ayıplanır ve bizi olumsuz tepkiye maruz kalabilir.
Erich Fromm, “İnsanın çekinmesine neden olan şeyin, korku olduğunu – bu korkunun da değer verdikleri inançlarının yanılsamadan başka bir şey olmadığının kanıtlanması ve içinde yaşadıkları kuramların zararlı olduğunun ortaya çıkması olduğunu ve buna ek olarak da kendilerinin sandıklarından daha az saygıdeğer çıkması korkusu olduğunu öne sürer.”[22]
Fromm’un dediklerine ek olarak, bence insanların onaylanma ihtiyacı vardır. İnsanlar bir hayat boyu taşıdıkları ve hayat boyu emek vererek oluşturdukları çevre içinde taşıdıkları düşünceler ile bilindikleri için bence bu düşüncelerinin yanlış olma ihtimalini bile kabul etmezler çoğunlukla. Bu nedenle bir yüzleşmeden kaçınır ve aynı şeyi bin kez tekrar ederek, aynı düşünceleri seslendirerek -onları hiç geliştirmeden- yaşamayı sürdürürler. Bu onaylanma, insanın kendi mahallesi içinde, mahallenin ortak düşüncelerine uygun olarak, ona aykırı olmadan onaylanma ihtiyacıdır. Çoğu insan mahallenin düşüncesine aykırı bir düşünceyi seslendirmekten çekinir, bazı yanlışların şeylerin farkına varsa dahi, onları seslendirmez ve böylece hedef olmaktan kaçınır.
Kişi içinde bulunduğu sanal gerçekliği, nesnel gerçeklik olarak algılamaktadır. İşte bu yüzden de, kendi yaşadığı dışında bir nesnel gerçeklik olabileceğini düşünmemektedir. İşte bence kişinin bu davranışlarının arkasında yatan nedenlerden birisi de budur.Bu da bana göre, insanların büyük çoğunluğunun aslında nesnel gerçeklikle olan ilişkilerinin koptuğunu gösterir.
Sürecek…
Erol Anar
Dipnotlar
[1] Sigmund Freud: Bir Yanılsamanın Geleceği”, İdea Yayınları, 2000, İstanbul, s. 23. (e-kitap) s. 67.
[2] Sanal Gerçeklik, https://tr.wikipedia.org
[3] Nesnel gerçek nedir?, http://www.felsefe.gen.tr
[4] August Thalheimer: “Diyalektik Materyalizme Giriş”, Yordam Kitap, Istanbul, s. 109.
[5] ” Felsefe Terimleri Sözlüğü”, http://www.dmy.info
[6] Philip K. Dick: “I Hope I Shall Arrive Soon”, www.goodreads.com
[7] Bertrand Russell: “Dünya Görüşüm”, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1970, s. 4.
[8] Bertrand Russell: “Felsefe Sorunları”, Kabalcı Yayınevi, Çevriren: Vehbi Hacıkadiroğlu, Üçüncü Basım: 1994, İstanbul, s. 11.
[9] Bertrand Russell: “Dünya Görüşüm”, s. 7.
[10] Age, s. 16.
[11] Age, s. 97.
[12] İsmail Hardal: ” Nesnel Gerçeklik ve Burjuva Eleştirel Gerçekçiliği”, http://www.sanatcephesi.org
[13] José Saramago: “Körlük” Can Yayınları, Çeviri: Aykut Derman, 1. Baskı: 1999, 31. Baskı, İstanbul, s. 274.
[14] Akt: Yusuf Akdağ: Bilim, Felsefe ve İnsan, 13 Aralık 2016, http://teoriveeylem.net
[15] Karl Marx – Friedrich Engels: “Alman İdeolojisi”, Çevirenler:Tonguç Ok- Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayım, 2. Basım, İstanbul, s. 15.
[16] Age, s. 34-35.
[17] Dostoyevski: “Suç ve Ceza”, İletişim Yayınevi, 2014, İstanbul.
[18] Abraham Maslow: “İnsan Olmanın Psikolojisi”, Türkçesi: Okhan Gündüz, Kuraldışı Yayınları, Mart 2001, İstanbul. s. 66¬-67.
[19] Rollo May: “Kendini Arayan İnsan”, Kuraldışı Yayınları, Türkçesi: Ayşen Karpat, İstanbul, 1997, s. 142.
[20] Karen Horney: “Çağımızın Nevrotik Kişiliği”, Tur Yayınları, İstanbul, 1980, s. 50-51.
[21] Richard Sennett: “Otorite”, Ayrıntı Yayınları, 3 Başım: 2011, İstanbul, s. 35.
[22] Erich Fromm: “İtaatsizlik Üzerine Denemeler”, Çeviri: Ayşe Sayın, Yaparak Yayınları, İstanbul, 1987, s. 47.
One thought on “Nesnel Gerçeklik Ve Sanallık Felsefesi”