Demet’e biraz garson Ramazan, şef garson Ahmet’ten söz ettim, onların yaptıklarını anlattım ve bu konudaki sözlerimi şöyle bitirdim:
“İşte bu piçlerin hikâyesi de böyle.” dedim.
“Ha ha ha ha!” gülüyordu Demet.
“Ya sen hızla kapatmasaydın telefonu o gece, şey diyecektim sana …” dedim.
“Ne diyecektin? diye sordu Demet.
“Merhaba ve hoşça kal, böyle bir şiirim var. Lafım ağzımda kaldı. Sen çoktan gitmiştin telefon kulağımda kaldı, hoşça kal dedim kendi kendime.”
“Ha ha ha ha!”
“Bu şiirini bana okur musun? Senin sesinden dinlemek isterim..” dedi.
“Ben öyle şiir okuyamam, kelimeleri uzatarak şiir okuyanları da hiç sevmem. Düzyazı gibi okuyacağım” dedim.
“Tamam.”
“Uzun bir şiir bir bölümünü okuyayım. Şöyle:
kar altında kalmış sesinden dinlemek isterdim öykünü
ya da bir çöl rüzgârı gibi hırçın nefesinden
bense çok yakındım artık uzaklara
hayata ve tepeden tırnağa mavileşmiş sana
gecenin istasyona giren son treni gibi
yükümü çoktan boşaltmış kendimle kalmıştım
promete gibi gömdüm ateşi içime
sen geldin sonra
yüreǧimdeki ateşi ben
tanrılardan deǧil senden çaldım
ciǧerimi de kartallara yedirmedim
sen bunları okuduǧunda
ben belki çoktan sonsuzluǧa karışmış olacaǧım
ya da sen bunları hiç okumayacaksın
her iki ihtimalde de deǧişen bir şey yok
çünkü senden çaldıǧım ateşi hâlâ besliyorum
“altüst edilmiş bir cennet” deǧildi aradıǧım
belki mavi bir düş
ya da kendi sonuna koşan bir uçurum
merhaba ve hoşça kal”
Demet hayran olmuştu:
“Müthiş!” dedi, “tamamını okumak istiyorum sonra.”
“Bu şiirimi Meksikalı şair Octavio Paz’in üç kelimelik imgesinden esinlenerek yazdım. Ankara’ya gelince ben sana okurum tamamını, yayınlandı bu şiirim.” dedim.
“Çok hoşuma gitti. Ya sende en çok sevdiğim kendini birçok yazar gibi kasmaman, gülüyorsun, espriler yapıyorsun, rahatsın, humor var sende. İki şiir yayınlamış birisi bile bazen bakıyorsun kendini o kadar yukarıda görüyor ki, böyle tiplerle karşılaştım. Bak kaç tane kitabın var, ama sen öyle değilsin, rahatsın, kendine güveniyorsun. Kısa zaman oldu seninle telefonda konuşalı, ama sende bunu çok seviyorum.” dedi.
“Uyar, yakışır. Hiçbir şey hayatın üzerinde değildir. Vuruyum dibine, yemişim kitabını da, şiirini de!” dedim.
“Ha ha ha ha! İşte tam da buydu dediğim.” dedi.
“Teşekkür ederim, sağ ol, dediğin gibi prototip kasıntı yazar, şair tiplerini ben de sevmem. Benim fildişi kulem yok. Bütün kulelerimi yıktım ben: ideolojik, psikolojik, edebi, sanatsal, tarihsel…”
O gece Demet ile uzun uzun konuştuk. Ankara’ya dönünce bana telefon faturası yüklü gelecekti, ama olsun. Değerdi buna, hayat böyleydi, bedelini istiyordu, her şey için.
***
Hotelin bahçesinde her akşam defile, canlı müzik vs… etkinlik oluyordu. Bir gece bakayım dedim, neler yapıyorlar insanlar. Bahçenin bir yerinde küçük bir sahne vardı. Orada defile vardı o akşam, defileden sonra ise canlı müzik. Ben de odamdan iki bira almıştım yanıma. Arkalarda bir yere yalnız oturdum. Sigara ve bira içerek sessizce insanları izledim biraz orada. İnsanlar dans ediyor, ya da kollarını dalga gibi iki yana sallayarak şarkılara eşlik ediyorlardı. Popüler bir şarkı iki üç kez söylenmişti o akşam:
“Akdeniz akşamları bir başka oluyor
Hele bir de aylardan Temmuz ise, bambaşka
Sahilde insanlar kol kola sımsıcak
Coşmamak elde mi böyle bir akşamda
İşte ben böyle bir akşamda aşık oldum”
Sürecek…
Erol Anar