Dış Düşmanlar – Fathali M. Moghaddam

Dış Düşmanlar – Fathali M. Moghaddam

Dış tehdidin içeride daha sıkı kenetlenmeye yol açtığı fikri ise, gruplar arası ilişkilerin fonksiyonel geleneği ile bağlantılıdır .

Bırak zihinleri dışarıdaki kavgalarla

Meşgul olsun sersemlesin (Shakespeare, 4. Henry)

Diktatörlük kurmak, diktatörlüğü yaşatmak veya sınırlarını genişletmek için dış tehdit algısının abartılarak kullanılmasının tarihi çok eskilere gider. Shakespeare’in 4. Henry oyununda kralın varislerine nasihatinde olduğu gibi, “zihinler dışarıdaki kavgalarla meşgul edilerek” karıştırılabilir. Bu dış tehdit, gerçek olabileceği gibi, müstakbel diktatörler tarafından imal edilebilir ve yönlendirilebilir de. Söz konusu tehdit gerçek olsa bile, burada işin püf noktası öznel olarak nasıl yorumlandığıdır. Tehdidin gerçek ya da kurgulanmış olan doğasına bakılmaksızın, toplumun geneline; “Tehlikeli bir düşman kapımıza dayandı! Bize saldırmak ve yok etmek istiyor! Evlerimizde eli kolu bağlı halde oturamayız!” mesajı verilir. Diktatörlüğün kurulmasından sonraki süreçte uygulamaya konacak eylemleri haklı çıkartmaya yönelik birtakım hedefler belirlenmesine yardımcı olması, dış tehdidin bir başka fonksiyonudur.

Söz konusu hedefler ulusu, bu sözde dış tehditlere karşı sürekli odaklanmış halde tutmayı (ve iç problemlerle meşgul olmalarını önlemeyi), yetkililerin iç meselelere karşı gereğinden fazla sert tedbirler almalarına uygun zemin  aratmayı ve daha kapalı bir toplum yaratmak amacıyla özgürlüklerin kısıtlanmasına verilen desteği artırmayı içerir. Özellikle son hedef, aşırı uçlarda gezinen otoriter liderler için hayati önem taşıyan eğilimlerle de ilişkilidir: Dış tehdit algısı güçlü, saldırgan liderliğe daha fazla destek verilmesiyle sonuçlanmaya meyillidir.

Dış tehdidin içeride daha sıkı kenetlenmeye yol açtığı fikri ise, gruplar arası ilişkilerin fonksiyonel geleneği ile bağlantılıdır (örn. Coser, 1956). Klasik gerçekçi çatışma alanında yaptığı çalışmalarla tanınan Sherif (1973), erkek çocuklar gruplar arası çatışmayı tırmandırmak için grup düzeninden gruplar arası rekabete kaydıklarında, saldırgan liderliğe verdikleri desteğin de arttığını kanıtladı. İngilizlerin muhafazakar politikacısı Margaret Thatcher’ın, bir sonraki seçimleri kaybetme ihtimalinin olduğu sıkıntılı zamanlarında patlayan Falklands Savaşı imdadına yetişti. İngiliz himayesindeki Falklands Adaları’nın’ 1982’de Arjantin Ordusu tarafından işgali İngiliz halkını sıkıca kenetlerken, Başbakan Thatcher’ın 1983 genel seçimlerinden zaferle çıkmasını da sağladı. Birleşik Devletler Başkanı George W. Bush, başkanlığının ilk döneminde halk desteğini büyük ölçüde kaybetmişti, fakat 9/11 terörist saldırılarının hemen sonrasında Amerikan halkı “tek bayrak altında toplanmış” ve Başkan Bush’a muazzam bir destek vermişti.

Malici’nin (2005) gösterdiği gibi, 9/11 saldırılarından sonra uzun bir süre aynı terör tehdidi algısını paylaşmış olan İngiltere ve Fransa, Bush’un liderliğindeki koalisyonda kalmaya devam ettiler; fakat her iki ülke dış tehdit algısından uzaklaştığında, işbirliğine verdikleri desteği de kestiler (Fransa, AB.D.’nin başı çektiği 2003 Irak işgaline katılmadı).Dış tehdide ve eli kulağında olan tehlikeye ilişkin paylaşılan algıyla bağlantılı olarak, çoğunlukla grup içi meseleler ve bölünmeler rafa kaldırılmaktadır. Fakat, sorunları unutturulanın ve sahte gündemler yaratmanın en iyi yolunun savaş olduğu elbette söylenemeyeceği gibi (Levy, 1 989), söz konusu dış tehdidin ülke içinde birlik havası yaratmasına her zaman güvenilemez de: Belli başlı tüm grupların, söz konusu tehdidin kendilerini hedef aldığına inandırılmaları olmazsa olmaz bir koşuldur (Stein, 1976). Toplumda sadece bir kesim kendisini tehdidin hedefi olarak gördüğü zaman, farklı gruplar arasında kenetlenme sağlanamaz.

21 . yüzyılda, İran, Kuzey Kore ve Küba gibi Batılı olmayan bazı ülkelerdeki diktatörlükler dış tehdit olarak, dünyadaki bağımsız ülkeleri ezip geçmek isteyen bir süper güç olarak konumlandırdıkları Birleşik Devletler’i kullandılar. Birleşik Devletler’in adı geçen bu ülkelerin tarihlerindeki yeri, Birleşik Devletler’in dış tehdit olarak konumlandırılmasına olanak vermişti. İran’ı ele aldığımızda, ülke tarihinde bugüne kadar demokratik yollardan seçilmiş tek hükümetin 1953’de Birleşik Devletler’in müdahalesiyle devrildiğini ve Muhammed Rıza Şah’ın diktatörlüğünü kurmasının yine bu müdahaleyle mümkün olduğunu görmekteyiz (de Bellaigue, 2012). Birleşik Devletler, 1950-1953 yılları arasında Kuzey Kore’yle savaşan Güney Kore’yi desteklerken, savaştan sonra kuzeye ticari ambargo uygulamaya başladı. Gelelim Küba’ya; 1898’deki İspanya-Amerika Savaşı’nın ardından İspanya eski kolonisi Küba’yı kaybettiğinden bu yana Birleşik Devletler, bir dizi diktatörün arkasında yer aldı ve bunlardan en sonuncusu Fulgencio Batista 0901-1973) devrildikten sonra, yerine geçen komünist hükümet üzerinde bazen açıkça bazen de örtülü olarak baskı uyguladı. Dolayısıyla İran, Kuzey Kore ve Küba için Birleşik Devletler’i dış düşman olarak göstermek hiç zor olmamıştı.

İran diktatörlüğünde Birleşik Devletler’in inada eş değer bir tutarlılıkla ve şeytanın bile aklına gelmeyecek en yaratıcı yöntemlerle bir dış düşman olarak kullanıldığı görülür. Zamanında neredeyse tüm İranlılar, şahı Amerika’nın kuklası olarak görürlerdi; ancak Birleşik Devletler’i dış düşman olarak hedef tahtasına koyan kişi, Amerikayı “büyük şeytan” ve İsrail’i “küçük şeytan” olarak markalaştıran Ayetullah Humeyni’dir. Nihayet şahın devrilmesiyle sonuçlanan günler ve aylar boyunca (ki en sonunda sürgün olarak Paris’e gitti), Humeyni kesintisiz bir şekilde Birleşik Devletleri hedef göstererek İran’ın iç işlerine karışmakla suçladı. 1979’da devrimin henüz bahar tazeliğini yaşadığı günlerde Tahran’a geri döndüğümde, Amerikalıların şahı ya da oğlunu yeniden diktatörlük tahtına çıkarmak istediklerine ilişkin olarak tekrarlanan uyarılara ilk elden şahit oldum.

Devrime ve devrimci hareketlere karşı Amerika’nın takındığı tavra ilişkin tüm açık uyarılar ve örtülü dedikoduların yanı sıra, geçmişte İran’da ve diğer devrimci ülkelerde gerçekleşmiş olan demokrasi karşıtı Amerikan müdahalelerinin tekrar tekrar canlanan anıları, söz konusu ülkelerde bir cinnet atmosferinin doğmasıyla sonuçlandı. Gerek devrim yanlısı gerekse devrim karşıtı güçler her an bir Amerikan müdahalesi olacağı beklentisindedirler. Tahran’daki Amerikan elçiliğinin yanısıra, Amerika yanlısı şirketler ve kişiler şüphenin merkezindeydiler. Neredeyse her akşam Büyük Şeytan’a karşı yeni suçlamalar öne sürülüyordu.

Tam da bu atmosferde, çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu bir grup başı bozuk, 4 Kasım 1979 günü Tahran’daki Amerikanelçiliğinin duvarlarından tırmandılar ve Jimmy Carter’ın başkanlığı sırasında tam 455 gün süren rehine krizinin fitilini ateşlediler (bu konuya 5. Bölüm’de değiniliyor). Dinci fanatiklerin amaçlarına hizmet eden bir eylem olarak rehine krizinin, Birleşik Devletleri bir numaralı dış tehdit olarak sahne ışıklarının altına yerleştirmesi çok önemlidir.

İran’ın bir numaralı düşmanı olarak konumlandırılmamak için sarfedilen tüm gayretlere rağmen, Carter hükümeti İran’da iktidarı ele geçiren dinci fanatiklerin kendileri için kurduğu tuzağa her gün biraz daha gömüldüklerini hissediyordu. Carter hükümetinin izlediği vahim politikalar, 24 Nisan 1980’de Amerikalı rehineleri kurtarmak için tasarlanan ahmakça planla zirveye ulaştı (Kartal Pençesi Operasyonu).6 Güya Amerikan askeri kuvvetleri, Tahran’daki Amerikan elçilik binasının yakınlarındaki bir stadyuma inecekler, buradan elçiliğe hücum ederek rehineleri kurtaracaklardı.

Başından beri hatalı olan bu kurtarma girişimi sırasında bir gün Tahran’daki evimde uyandım ve dinlediğim haber, Amerikan helikopterlerinin İran çöllerinde yere çakıldıklarını duyuruyordu. İranlı hükümet yetkililerine göre bu olay ilahi adaletten başka bir şey olamazdı. Tam da o sırada, İran hükümetinin propagandas halk arasında yayılmaya başladı. Bütün bu olanlardan sonra Carter hükümetinin mümkün olan tüm yolları kullanarak yeni bir kurtarma operasyonuna kalkışması bile düşünülemezdi. Başarısızlıkla sonuçlanan kurtarma görevi fanatiklere ihtiyaç duydukları şeyi verdi: Birleşik Devletler İran’a askeri müdahaleye hazırlanıyordu ve artık elde kanıt vardı. Bu noktadan sonra, fanatiklerin, muhalif sesleri eskisinden de sert bir şekilde bastırmaları artık meşruiyet kazanmıştı.

Rehine krizi sırasında hemen her gün Tahran’daki Amerikan elçiliğinin önünden arabayla geçtim ve her seferinde binanın gece ve gündüz çok sayıda dinci fanatik tarafından korunduğunu gördüm. Rehineler için gelen kurtarıcılar daha onlara ulaşamadan, rehinelerin öldürülecekleri gün gibi ortadaydı. İkinci bir nokta ise, stadyum ve Amerikan elçiliği, kalabalık nüfuslu, sıkı korunan, merkezi bir semtteydi ki kurtarma timleri hadi bir şekilde stadyuma inmeyi ve yolun karşısındaki elçilik binasına ulaşmayı başardılar diyelim, muhtemelen hepsi de yakalanacaklardı. Üçüncü olarak, helikopterlerin kum fırtınasında düşmüş olmaları, operasyonu planlayan Amerikalıların iniş noktalarının yerel koşulları hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıklarını gösteriyordu.

Ülke içinde birlik sağlamak ve lidere verilen desteği artırmak amacıyla dış tehditi abartmak, elbette demokrasilerde de kullanılmaktadır. Mesela, Birleşik Devletler’de liderler bilgiye erişimi kısıtlamak ve yönetimin politikalarını veto eden muhalif sesleri bastırmak için zaman zaman dış tehditleri kullanmışlardır (GibIer, 201 0). Artan dış tehdidi takiben tek bayrağın altında toplanma eğilimine giren Amerikan halkı, yurt içinde daha fazla kısıtlamaya giden ve yurt dışında da daha fazla şahinleşen politikaları destekler. Sıradan Amerikalılar zaten daha otoriter bir davranış şekli sergilediklerinden, yönetimin çok fazla otoriterleşmesine de gerek  yoktur CHetherington & Suhay, 2011).

Fathali M. Moghaddam

Diktatörlüğün Psikolojisi, (Kitaptan kısa bir bölüm), 3P Yayıncılık, Çeviri: Hakan Kabasakal, 1 . Baskı: Mart 2014, İstanbul, sayfa 97-101. https://www.idefix.com/Kitap/Diktatorlugun-Psikolojisi/Egitim-Basvuru/Psikoloji-Bilimi/urunno=0000000588169

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!