Ve bence bu simülasyon o kadar güçlüdür ki, artık gerçek hayattan kopmuş, sanal hayat için yaşıyoruz. Örneğin bir restorana, konsere, dışarıda yemeğe gittiğimizde onun tadını çıkarmak yerine, hemen sosyal medyadaki sayfalarımıza orada o an orada olduğumuz ile ilgili mesaj ve fotoğraf atıyoruz.
Bir gerçeği gördükten sonra, kişi eğer o gerçeğe inanmak istemiyorsa yapacağı tek şey vardır: O gerçeğin üzerini örtmek ve sanki böyle bir şey yokmuş gibi davranmaya çalışmak. Yani kendini kandırmak. Çünkü bir kez gerçeği gördükten sonra geri dönüş yoktur. O gerçek oradadır, artık ve hayatınız boyu sizi izleyecektir. O gerçeğe her ne kadar yokmuş gibi davransanız da bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek, yalnızca kendinizi kandırmanızı sağlayacaktır. Artık dünya görüşünüzün, inancınızın camı çatlaktır.
“İnsan bir kez gerçeği tanırsa, onu görürse, onun gerçek olduğunu, başka bir gerçeğin olmadığını, olamayacağını bilir artık.” diyor Dostoyevski bu konuda bir kitabında. [1]
Ama buna rağmen cam çatlamasına, hatta yer yer dökülmesine rağmen birçok insan aynı şekilde inanmaya devam eder. Sanki cam çatlamamış ya da hiç kırılmamış gibi davranmayı yeğler. Hatta daha da fazla inanırlar. Buna bilimsel olarak “geri tepme etkisi (backfire effect)” de denir.
Siyasal iktidarların düşüncesi, dayatılan bir düşüncedir. Özellikle de totaliter rejimlerde bu doğrudan yapılmaya çalışılır. Özellikle medya bunda en önemli araçlardan birisidir. Diğerlerinde ise biraz daha dolaylı yöntemlerle yapılmaktadır, özellikle burjuva demokrasilerinde. Resmi ideolojiler, kendi düşüncesi dışında hiçbir düşünceye özgürlük tanımaz. Yani bir faşizmdir özünde. Çünkü kendi düşüncesi dışında bir gerçekliği tanımaz, onu boğmaya çalışır. Burada gerçek, doğru ve hakikat kavramları devreye giriyor bence. Dayatılan hiçbir düşünce “doğru ve hakikat” olamaz. Çünkü doğru ve hakikat kendisini dayatmaz, o zaten hep ortadadır, gözümüzün önünde görmeyi becerebilirsek. Ancak resmi ideolojinin kapsamı daha derin ve geniştir.
***
Jean Baudrillard’dan yola çıkarak gerçeğin yerini sosyal medya, yani sanallık almıştır diyebilir miyiz? Giderek sanallaşıyoruz her gün biraz daha. Aşklarımız sanala girdi, özlemlerimiz, imajlarımız sanal dünyada, her şeyi sanal dünyaya taşıdık bir bir. Hatta mücadelemiz bile sanalda.
Sosyal medyada gerçek tekrarlandıkça etkisini yitirir ve sonuç olarak içeriği boşaltılır. Hepimiz yapıyoruz bunu. Örneğin bazı özel günlerde yapılan paylaşımlar, anmalar, içi boş mücadele çağrıları gibi birçok paylaşım sosyal medyada sonsuza kadar dönüp durur. Bu bir sonsuzluktur. Çünkü sosyal medya kendi içinde çok büyük bir denizdir, bu denizde yüzen küçücük kibrit çöpleri gibidir bizim sanal gerçekliğimiz.
Sosyal medya tekrar üzerine kuruludur, bu neredeyse otomatik bir tepkidir, Otomatikleşir ve sayfamızdaki genel paylaşımların yolunu izleriz. Her yıl belirli günlerde otomatik olarak paylaşım yaparız ve bu paylaşımla kendimizin aslında ne düşündüğünü, nerede olduğunu, diğerlerine hatırlatırız. Tabi bu özel günler kişinin dünya görüşüne göre değişebilir. Ve gerçek Baudrillard’ın dediği gibi belki de bir simülasyona dönüşür. Diyelim ki Deniz Gezmiş’in idam edildiği günü sosyal medyada değil de eğer sokakta yapacağımız gösteriyle dile getirirsek, o zaman her şey daha farklı olabilirdi; ama sosyal medyada otomatik bir tepki olarak yapılan bu tekrarlar, sadece bir simülasyon olmaktan öteye gidemiyor. Yani bir anlamda kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz.
Gerçekte bu bir anma değil, bir göstermedir. Kendi için değil, diğerlerine göstermek için yapılmış bir paylaşımdır.
Sosyal medyada, simülasyon çok daha yaygın ve etkilidir.
“… simülasyon her zaman gerçekten daha etkilidir.” [2]
Ve bence bu simülasyon o kadar güçlüdür ki, artık gerçek hayattan kopmuş, sanal hayat için yaşıyoruz. Örneğin bir restorana, konsere, dışarıda yemeğe gittiğimizde onun tadını çıkarmak yerine, hemen sosyal medyadaki sayfalarımıza orada o an orada olduğumuz ile ilgili mesaj ve fotoğraf atıyoruz. Daha doğrusu bu bizim herkes tarafından kıskanılan bir yaşama -nasıl içi boş, sahte, ama mutluymuş gibi görünen bir yaşama- sahip olduğumuzun göstergesi oluyor. yani göstergeler çağı; göstergeler gerçeğin yerini almış durumda.
Örneğin özellikle İnstagram bu konuda söylemek istediklerime önemli bir örnektir. İnstagram imajlardan oluşur yazı ya azdır ya da yoktur; yazı önemli değildir. Sadece imaj önemlidir ve özellikle insanlar orada en güzel fotoğraflarını, en mutlu anlarını yayınlarlar. Ama trajik ve paradoksal olarak aslında mutsuz, doyumsuz, tatminsizdirler. Bu kişilik sadece kendini diğer insanlara tekrar tekrar kanıtlamak üzere yayınlamaktadır. Ben önemliyim, ben mutluyum, ben en en en büyüğüm, ben şuyum, ben buyum, akıllıyım, zenginim, seyahat ediyorum… demenin görselleştirilmiş yoludur. Gösteri toplumunun zirvesi sosyal medyadır.
Sosyal medyada öyle bir hale geldi ki ne kadar beğeni alırsak kendimizi o kadar mutlu zannediyoruz. Aslında bu içi boş bir mutluluk, gerçek hayattaki mutsuzluğumuzu sosyal medyada sanki mutluymuş gibi görünerek göstererek gizlemeye çalışıyoruz. Yani sözün kısası sosyal medya ‘mış gibi yapmak’ üzerine kuruludur.
Mutluymuş gibi yapmak,
biliyormuş gibi yapmak,
zenginmiş gibi yapmak,
merhametliymiş, görgülüymüş, kibarmış,
anlayışlıymış gibi yapmak vs…
Sosyal medya hesabımızdan bir süre çıktığımızda, kapattığımızda ya da bir süreliğine görüyoruz ki, insan beğen almadan da yaşıyor. Sosyal medya olmadan da yaşayabiliyoruz elbette. Sosyal medyanın olumlu yanları da var elbette, ama bu onu eleştirebilmemiz gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Ona eleştirel bakabiliriz.
Facebook’ta moda olan son dönemde moda olan profil fotoları manipülasyonu var. İşte gerçek hayatımız ile sanaldaki görüntümüz arasındaki fark da bu kadar kocaman. İşte bu Baudrillard’ın sözünü ettiği simülakr’dır.
Baudrillard bunu kısaca şöyle açıklıyor:
“Yani bizim ilişkilerimizin ulaşmış olduğu son aşama budur. Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz, söz sizin vs…”
Örneğin Facebook’ta canlı yayın diye bir uygulama var; insanlar herhangi bir durumlarını olaylarına yaşadıklarını canlı yayın olarak Facebook’ta paylaşabiliyorlar. Dolayısıyla burada Baudrillard’ın dikkat çektiği, ‘haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz.’ kavramı egemen olmuş durumda. Gazeteci ya da yazar olmaya gerek yok, herkes düşüncesini yazabiliyor herkes fikrini paylaşabiliyor, televizyon kanallarına çıkmaya gerek yok, canlı yayınını yapabiliyor Dolayısıyla insanlar kendilerini önemsemeye başlıyorlar. Bunun hem olumlu demokratik yanı var, hem de olumsuz yanı var ki kişinin egosunu besliyor ve onun kendisini olduğundan çok daha yukarıda görmesini ve diğer insanları küçümsemesine neden olabiliyor.
Sahi gerçek nedir? Hangi hayatımız daha önemli: Gerçek hayatımız mı yoksa sanal olan mı?
Siz ne dersiniz?
Erol Anar
[1] Dostoyevski: Öyküler, İletişim Yayınları, İstanbul, 3. Baskı: 2011, sayfa 121.
[2] Jean Baudrillard: Simülakrlar ve Simülasyon, sayfa 87.