O akşam balkonda oturdum tek başıma biraz, sigara ve bira içerek. Hale’yi, Eylül’ü ve onların yaşadıklarını düşündüm. Yapabileceğim bir şey yoktu. İki gün sonra herkes yoluna, kendi hayatını yaşamaya gidecekti, hayat böyleydi ne yazık ki.
Bir arkadaşımın dediği gibi: “Herkes kendi hayatını yaşıyordu.”
Demet’i aradım. Ona günümün nasıl geçtiğini anlattım;
“Ne yaptın manevi ailenle, iyice gezdiniz mi? diye sordu.”
“Evet, gezdim, güzelmiş, değer görmeye.”dedim.
“Biliyorum, ben de duydum tabii ki oranın ününü, bir gün ben de ziyaret edeceğim.” dedi.
Ona biraz Hale’nin hayatından söz ettim. Şaşırdı:
“Baksana sana çok yakınlaşmış bu kadın, hayatını falan anlatıyor!”
“Herkes anlatmaya ihtiyaç duyar. Kadının ailevi problemleri var. Özellikle de yabancılara daha iyi anlatılır.” dedim.
“Bilmem artık…” dedi.
“Merak etme,” dedim “ben iki gün sonra yokum burada, Alanya’ya geçeceğim, bir hafta da orada kalacağım, sonra Ankara.”
“Sonra da Almanya olmasın, Hale’nin yanına?” dedi.
“Ha ha ha! Yok, Almanya’ya gitme niyetim yok.”
“Düşünsene Almanya’ya gidiyormuşum, adamın iflas ettirdiği minimarketi üstüme alıp yeniden açıyormuşum.” dedim.
“Ha ha ha ha!” güldü.
“Yumurtalar, deterjanlar, margarinler falan onlarla uğraşıyorum. Para biriktirip yeni bir araba alıp Türkiye’ye gidiyoruz ziyarete. Akrabalara hava atıyoruz. Arabamın ne kadar az benzin, mazot vs… yaktığından, dizelliğinden falan söz ediyormuşum geceler boyu. Edebiyat, sanat, felsefe bunların yerini para, yumurta, benzin hesabı almış düşünsene. Sonra bakarsın Akdeniz’den bir yazlık, kim bilir. Böyle bir hayat.”
“Evet belki de iyi olurdu.” dedi.
“Almanya’da dükkânda kalmış ucuz sucuklardan götürürdüm akrabalara da…”
“Ha ha ha ha! At sucuğu olmasın sakın?”
“Yok at değil, bildiğin inek sucuğu bu, ama elde kalmış. Beklemiş biraz dükkânda, ama yenebilir, bozulmamış henüz. ”
“Ha ha ha ha!” hoşuna gitmişti muhabbet gülüyordu kahkahalarla Demet.
“Peki kaç çocuğun varmış, yalnızca manevi kızın Eylül mü?” diye sordu.
“Hayır üç çocuk daha yapmışız. Böylece dört çocuk, iki de biz altı, bir de kaynana yedi. Yok otomobile sığmayız biz, minibüs almamız lazım.
“Ha ha ha, uyar yakışır.” dedi.
“Ha ha ha ha! Tam Türk filmi yazdım sana. Ama bu senaryo da gerçekleşebilirdi. Hayat böyle.”
“Evet neden olmasın?”
“Yok,” dedim, “bana uymaz böyle bir hayat. Ticareti beceremem ben.”
“İyi bari.” dedi.
“Şaka bir yana üzüldüm bu kadının hikâyesine, ama yine de sonuçta kendi ayağının üzerinde duruyor; çalışıyor, kimseye muhtaç değil, kızına da iyi bakıyor Almanya olanaklarıyla. Yani o kadar da kötü değil durumu. Adamdan da kurtulmuş, ayrılmış.”
“Yeniden evlenir belki, henüz gençmiş yaşı dediğine göre.” dedi.
“Bence de.
“Seninle evlenmesin de, ha ha ha ha!”
“Yok,” dedim “bana uymaz.”
Sonra bir an sessizlik oldu, sonra şöyle dedim:
“Bizi çekemediler.”
“??? Kim, niye, ne oldu?”
“Halat koptu!”
“Ha ha ha ha! Aptalca, ama güzel.” dedi.
“Biz çocukken tüm saflığımızla böyle espriler yapardık.”
“Bazen trajik olaylara bile mizah ile bakmadan olmuyor. Neden biliyor musun? Yoksa hayatın sırtımıza yüklediği sorunların altında ezilir, kaybolur gideriz.” dedim.
“Evet doğru, haklısın” dedi Demet.
Demet ile konuştuktan sonra yanımda getirdiğim walkman’i dinlemeye başladım.
Uzaklarda kentin ışıkları yanıp sönüyordu, ben orada yedinci katta balkonumda, yapayalnız kendi halimde müzik dinliyor, sigara ve bira içiyordum sakince.
Yukarıya gökyüzüne baktım, tepsi gibi yeni bir ay doğmuştu. Tertemiz bir deniz havasıydı.
Edip Akbayram söylüyordu:
“Hasretinle yandı gönlüm
Yandı yandı söndü gönlüm
Evvel yükseklerden uçtu
Düze indi şimdi gönlüm
Aramızda karlı dağlar
Hasretin bağrımı dağlar
Çaresizlik yolu bağlar
Yokluğundan öldü gönlüm”
Sürecek
Erol Anar