Akdeniz Anıları (10)

Akdeniz Anıları (10)

Ertesi gün kalkınca, bir daha ada bara gitmemeye karar verdim. O yavşakların yüzünü görmek istemiyordum bir daha; ne garson Ramazan, ne şef garson Ahmet, ne de müdürün… Zaten üç-dört gün sonra bu hotelden ayrılacaktım.

Kahvaltıdan sonra dizüstü bilgisayarımı yanıma alarak otelin arka bahçesine doğru yürüdüm; orada arka tarafta bir tropik bar vardı, plaja yakın. Birkaç da masa vardı tropik barın bahçesinde, gölgelik çok güzel bir yerdi palmiyeler altında. Sakindi de.

“Niye daha önce buraya takılmadım ki? dedim kendi kendime. Şöyle bir baktım, hemen arka taraf plajdı, insanlar güneşleniyordu.

Oradaki garsona baktım daha düzgün birbirine benziyordu ilk bakışta, gözleri Ramazan gibi fıldır fıldır dönmüyordu. Garsona adını sordum, Ertan imiş.

Garson elinde iki özel içki ile plaja gitti ve biraz sonra döndü. Kıpkırmızı olmuştu yüzü. Bana dönerek,

“Ya abi, bu yerli turistler ne böyle?”

“Ne oldu ki?” diye sordum.

“İki kadın içki istemişti, işte şurada güneşlenen kadınlar.” eliyle kadınları işaret etti,

“Ben de bir şaka yaptım onlara, kamışların ucunu bağlamıştım. Bunlar da içkiyi içemediler ve bana kızdılar. Şakaydı deyince ben, ‘bize böyle bir şaka yapma bir daha’ dediler bana. Ya sadece bir şakaydı. Ben bunu yabancı turistlere yapıyorum, güle güle ölüyorlar abi. Yerli turist böyle.”

Bir de bu huyları vardı puştların. Yerli turisti küçümserlerdi.

“Ben de yerli turistim. Ulan, bir de yerli turisti beğenmezsiniz. Yabancı turist gelmeyince mumla ararsınız yerli turisti.” dedim.

“Yok abi öyle değil,  siz başkasınız, hepsi aynı değil yerli turistin. Çeşit çeşit insan var içlerinde” dedi.

Baktım buna yanıt vermedim, puşt nereden anlamıştı anında “başka” olduğumu, bilmiyordum. Daha yeni oturmuştum oraya.

Yazmaya döndüm. Bir bira istedim. Öyle kendimce takılıyorum. Bu taraftaki müzik daha farklıydı ada bardan. Yüksek sesle çalsa da müzik, yazarken beni rahatsız etmezdi.

Yazmaya ara verince, garsonla sohbete başladım.

“Bu ne, garson Ramazan, şef garson Ahmet; ne biçim insan bunlar?”

Anlattım buna biraz tanık olduklarımı.

“Abi o da bir şey mi, bunlar neler yapıyorlar… Hırsızlık dahil, birçok müşterinin havuz başında unuttuğu şeyler kayboldu. Bunlar bardakları, boşları alırken o unutulan eşyaları da çaktırmadan alıyorlar.”

“Nasıl,” dedim “ kamera yok mu orada?”

“Havuzun orada kamera yok abi. Hem bunlar usta hırsızlıkta. Her yol var abi bunlarda, kimseye söyleme sen.”

Gülümsedim,

“Kime söyleyeceğim? Tek tabancayım, yalnızım burada,”

“Abi öylesine söyledim işte. Bunlar kaç tane hotelden kovulmuşlar. Ya abi bu Ramazan sekiz ay köyde kalıyor; sonra kente iniyor üç-dört ay garsonluk yapıyor.”

Garson Ertan daha hafif müzikler çalıyordu. Baktım o an Yıldız Tilbe söylüyordu o gün. Bu parçayı Ankara’dan hatırlıyordum. Bir ara Ankara’da iken Eso, avukat Göksel ve ben üçümüz her gün, daha gündüz gözüyle Sakarya caddesinde bir birahaneye gider, hızlıca iki-üç bira içer ve geri dönerdik işyerine. Bir ay kadar böyle yaşamıştık yaklaşık. Orada işte bu şarkı çalardı hep. Yeni çıkmıştı bu albüm o sıralar.

Kimler gelip kimler geçmişti hayatımızdan. Hayatımızda bir daha yollarımızın hiç kesişmeyeceği insanlardı bazıları. Bir an bu anılarımı hatırladım orada.

“Kalbim duraksız haykırışlarda

Ne yapsan ayrılamam senden asla

Hafife alma, aşk vurur insana

Bu kadar kolay sanma delikanlım”

Güldüm kendi kendime:

“Ulan,”dedim “bizi zorla aşık edecekler ya.”

“Ertan,” dedim “bir buğulama versene.”

“Buğulama?.. Anlamadım abi…” dedi garson.

“Biz kasabamızda soğuk biraya öyle derdik. Hani soğuk biranın üzerinde buğular oluşuyor ya, o nedenle. Sen soğuk bir bira ver bana lütfen.” dedim.

“Hemen abi!” dedi.

Biraz daha yazdım. Bir baktım uzaktan Almanyalı Hale geliyor gülümseyerek bana doğru. İyice yaklaştıktan sonra:

“Sizi arıyordum sabahtan beri. Nihayet buldum;. Oysa hep ada barda olurdunuz. Bugün baktım her zaman oturduğunuz masanız boştu, orada yoktunuz.” dedi.

“Oturabilir miyim, yazıyor musunuz, rahatsız etmeyeyim?” dedi.

“Rica ederim, buyurun oturun” dedim.

Gülümseyerek oturdu.

“Bir şey içer misiniz?” diye sordum.

“Bir bira içip size eşlik ederim vallahi” dedi.

“Ertan, bir bira verir misin oradan?”

“Hemen abi!”

Hale kırmızı bir bluz giymişti üzerine, hasır bir şapka takmıştı, elinde de güneş gözlükleri vardı, onu masanın üzerine bıraktı; altında rahat bir etek vardı, sahil işi. Küçük çantasından bir paket sigara ile çakmak çıkardı. HB sigarası içiyordu, tam Almanya işi.

Ben ise o dönem uzun Parliament sigarası içiyordum, ondan başka hiçbir sigarayı içemiyordum. Sık sık Avrupa’ya gidip gelirdim söyleşilerim ve kitap imza günlerim için o dönem. Avrupa’ya giderken bile uzun Parliament götürüyordum bir karton. Çünkü orada bulamıyordum, Parliament’in kısası vardı Avrupa’da, aynı tadı alamıyordum ondan.

Hale’ye şöyle bir baktım, güzel bir kadındı. Ama ben Demet’ten hoşlanıyordum o sıralar hiç yüzünü görmeden bile. Hale’ye yönelik herhangi bir niyetim yoktu, “en fazla arkadaş gibi sohbet ederiz.” diye düşünüyordum. İnsanları tanımayı, onların hikâyelerini öğrenmeyi seviyordum; hem bir yazar, hem de bir insan olarak.

Sürecek…

Erol Anar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!