Devrim ve Özgürlük (1)

Devrim ve Özgürlük (1)

Özgürlük, her zaman ilk kurban edilen olmuştur.

Yani özgürlüğün birinci sıraya konulmadığı ve vazgeçilmez olarak görülmediği her devrim, kölelikle sonuçlanacaktır tarihte olduğu gibi.

Dünyadaki şimdiye dek gerçekleşmiş devrimlere baktığımızda, bunlardan hiçbirisinin özgürlük sorununu çözmemiş olduğunu görürüz. Aslında halklar özgürlüğü istemiştir, bunun için devrim yapmışlardır. Fransız Devrimi, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganıyla başlamış ve sonuçta önce Robespierre’in, daha sonra Thermidorcu burjuvazinin elinde, giyotinden sepetlere düşen on binlerce kafaya dönüşmüştür. Orada özgürlük kurban ediliyordu. Etkisi çok büyük olsa da Fransız Devrimi özgürlük sorununu çözememişti. Ondan sonraki devrimler de. Ama siyasal iktidarı eline alan partiler, çevreler, egemen elitler özgürlükten bir öcüden kaçınır gibi kaçınmışlardır. Daha çok ekonomik sorunları çözmeye odaklanmışlardır. Özgürlük de her zaman ilk kurban edilen olmuştur.

Özgürlük sorunu çözülmediği için, eşitlik sorunu da çözülmemiştir, reel sosyalist ülkelerde dahi. Çünkü denildiği gibi çok açıktır: Özgürlük olmadan eşitlik, eşitlik olmadan özgürlük olmaz. Daha önce de yazmıştım bunu, çünkü çok önemlidir. Yani reel sosyalist ülkelerde, aynı kapitalist ülkelerde olduğu gibi ne özgürlük, ne de eşitlik vardır. Sözde bir eşitlik vardır, ama rejimin parti ve devlet bürokrasisi egemen ve öncelikli, ayrıcalıklıdır.

Zaten Marksizm özgürlük sorunu üzerine uğraşmaz, onu erteler, “zorunluluklara kurban eder.” Bugün dünyada hiçbir ülkede özgürlük ve gerçek anlamda eşitlik yoktur. Devletin olduğu yerde özgürlük olamaz çünkü. Bunu da dile getiren Lenin’in kendisidir, “Devlet ve Devrim” adlı yapıtında.

“Gerçi özgürlük mefhumu olmadan, anlaşılması bir tarafa, sözü dahi edilemeyecek bir geleneğe sıkıca ve amansızca bağlı oldukları düşünülmüş devrimciler bile, özgürlüğü, süregeldiği gibi devrimin amacı kabul etmek yerine, daha çok alt-orta sınıf tarafgirliği seviyesine düşürmüşlerdir. Fakat bizzat özgürlük sözcüğünün devrimci lügatten kalkabildiğini görmek ne kadar şaşırtıcıysa, son yıllarda özgürlük fikrinin, kendini, en kasvetli siyasi çekişmelerin merkezinde yer alan savaş ve şiddetin haklılaştırılabilir kullanımına dair tartışmanın içine nasıl dahil ettiğini izlemek de o kadar şaşırtıcıdır.” [1] diyor Hannah Arendt.

Aslında tarihe bakarsak çoğu devrimde, devrimin öncü liderlerinin, özgürlüğü bir söylem olarak sadece iktidarı ele alıncaya dek kullandıklarını görürüz. Özgürlüğü daha çok halk kitleleri anlık olarak talep etmişler devrim anlarında, sonra onlar da yeni iktidarlara boyun eğmeye devam etmişlerdir. Lenin kendisini Kremlin Sarayı’nda ziyarete gelen Emma Goldman ve Alexander Berkman’a şöyle diyordu: “Özgürlük lükstür, ben özgürlüğü veremem.” [2]  Özgürlük, iktidarı ele aldıktan sonra bir lükse dönüşmüştü artık. Çünkü artık iktidar partinindi. Yani özgürlük, iktidarı ele alıncaya kadar kullanılan ve ondan sonra katlanıp çekmeceye konulan bir bayrak olmuştur ne yazık ki. Bu noktada esas önemli noktayı George Orwell açıklar. Orwell’ın ünlü “1984” adlı distopyasından çarpıcı kısa bir bölüm:

“Parti, iktidarda olmayı, yalnızca kendi çıkarı için istiyor. Başkalarının iyiliği bizim umurumuzda değil, bizi ilgilendiren yalnızca iktidardır. … Kimsenin iktidarı sonradan bırakmak amacıyla ele geçirmediğini biliyoruz. İktidar bir araç değil, bir amaçtır. Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük kurmak için devrim yapar. Zulmün amacı zulümdür. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır. Şimdi anlamaya başladın mı beni?”[3]

İktidarın bir araç değil (aslında Marksizm bunu öne sürer.), bir amaç olduğu gerçektir. İktidar ve devlet ellerinize bulaşır bulaşmaz, onu bir daha kolay kolay çıkaramazsınız. Siz ona değil, o size hükmetmeye başlar. Kimse geçici bir zaman için iktidarı ele almaz. Kimse devleti söndürmek için yönetmez, aksine onu güçlendirmeye çalışır bütün yaptıklarıyla. Sonuç olarak iktidar geçici bir araç değildir, her ne kadar öyle görüldüğü söylense de. O bir amaçtır. Öyle olmasaydı devrimlerin sonucunda partiler, elitler iktidarı almaya değil, onu halkın kendisine vermeye, halkın kendi kendisini yöneteceği bir sistemi oluşturmaya çalışırlardı. Yapılan ise tam tersiydi tarihsel olarak.

***

“Devrim şu bildik efendiyi tahtından indirdi ama, Efendiyi yok etmedi… Belli bir özgürlüğe dair şiddetli arzu, devrim aracılığı ile olduğu gibi, daima yeni bir iktidarı başa getirme niyetini de içinde taşır. Nitekim ‘devrimin savunucuları da özgürlük için savaştıklarına inanarak kendilerinde bir üstünlük hissetmişlerse de’ aslında amaçlanan, belli bir özgürlük ve sonuç olarak da yeni bir iktidar, yeni bir egemenlik, yani ‘yasanın egemenliği’ idi… Özgürlük deyince sadece tam özgürlük kast edilebilir. Bir parça özgürlük, özgürlük değildir.”  diyor Max Stirner. [4]

Saraylardan birileri çıktı, diğerleri girdi. Koltuklardan birileri kalktı, aynı koltuklara diğerleri oturdu. Sadece buydu değişen..

İşin ilginç yanı devrimler özgürlük için yapılmıştır, özgürlük bayrağı en önde açılır. Halk özgür olmak için devrim yapar. Ama devrimden sonra egemen olan kesim, parti, grup her neyse hemen ilk iş olarak ironik bir biçimde halkın özgürlüğünü kısıtlar, onu devrilen rejimden daha geriye götürür. Burada bir istisna belki Paris Komünü’dür. Onun dışında tüm devrimler sonuç olarak özgürlüğü kısıtlamış ya da özgürlüğü kısıtlayanların iktidarına boyun eğmişlerdir. Bu sonuç ironiktir.

Bu anlamda Concorde, “‘Devrimci’ sıfatı, yalnızca özgürlüğü amaç edinmiş devrimlere verilebilir.”  diyordu. Devrimin ikinci gün gericileşmeye ve insanları önceki sistemden daha geriye götüren bir devrimin amacı özgürlük olabilir mi? Özgürlüğü sanki çok uzakta bir hedefmiş gibi gören bir yapılanma, ona gelecekte de sahip olabilir mi? Asla! Çünkü özgürlük uzakta değil, hemen yanıbaşımızdadır. Kölelik de öyle. Devrimci adını almak, özgürlükçü olduğunu göstermez kişinin ya da partinin.

“Şimdi benim kölem olacaksın, ben ne dersem sorgulamadan uyacaksın. İleride, çok ileride bir gün sana özgürlük vereceğim. Koşullar olgunlaştığında.” derler partiler, hükümetler hep. Koşullar hiçbir zaman olgunlaşmaz. Çünkü öyle bir koşul olamaz. Özgürlük ileride değildir.

“Bütün taşlar özgürlük anıtı için yontulmuştur,” diyordu Saint-Just, “aynı taşlarla ona bir tapınak da, bir mezar da yapabilirsiniz.” [5]

Özgürlük retoriği ile başlayan hareketler, sonuçta köleliğin temsilcileri olmuşlardır. İktidarı ele aldıklarında yaptıkları ilk şey özgürlüğün kırıntılarını da ortadan kaldırmaktır. Hatta çoğu zaman yıktıkları siyasal iktidardan daha da geriye düşmüşlerdir.

Camus ise kendi açısından şu görüşü ortaya koyar: “En taşkın başkaldırma, en tam özgürlük isteği, çoğunluğun tutsaklaştırılmasıyla sonuçlanır.” [6]

Bu aslında bütün dünya devrimlerinin de özetidir. Sonucu ortaya koyar. Ama buradaki yanlışlık, perspektif yoksunluğu, anlık başkaldırılardır belki de. Eğer siyasal iktidarı değil de, iktidarın kendisini devirecek, efendiyi değiştirecek değil, efendiyi ortadan kaldıracak bir perspektif olsaydı bir devrim başarıya ulaşabilirdi. Bunun için tek şart iktidarın hedeflenmemesidir. İnsanların özyönetimle ve doğrudan demokrasiyle kendi kendilerini yönetecekleri bir ortamın yaratılmasıdır. Eğer bu perspektifle bir devrim olsaydı bence başarılı olması işten bile değildi.

Yani özgürlüğün birinci sıraya konulmadığı ve vazgeçilmez olarak görülmediği her devrim, kölelikle sonuçlanacaktır tarihte olduğu gibi.

Sürecek…

Erol Anar


[1] Hannah Arendt: Devrim Üzerine, İletişim Yayınları, 1. Baskı: 2012, İstanbul, sayfa 12.

[2] Kaynak olarak Emma Goldman’ın “Hayatımı Yaşarken” adlı kitabına bakılabilir.

[3] George Orwell: 1984, Can Yayınları, sayfa 289-290.

[4] Max Stirner: Biricik ve Mülkiyeti, Kaos Yayınları, İstanbul sayfa 140.

[5] Albert Camus: Başkaldıran İnsan, Can Yayınları, 1995, İstanbul, sayfa 123.

[6] Albert Camus, age, sayfa 123.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!