Psikiyatride “af yanılsaması” denilen bir durum vardır. İdama mahkûm edilen bir insan, infazından hemen önce, son dakikada affedilebileceği yanılsamasına kapılır
Birinci evreye tipik olan belirti (semptom) şok tepkisidir. Bazı durumlarda, tutuklunun kampa resmen alınışından önce bile şok ortaya çıkabilir. Kampa alınışıma ilişkin kendi deneyimimi bir örnek olarak vereceğim: Bin beş yüz kişiden oluşan bir grup, birkaç gündür trenle aralıksız seyahat ediyorduk: Her vagonda seksen kişi vardı. Herkes kendi bagajının, geri kalan birkaç kişi de özel eşyalarının üzerine uzanmak zorundaydı. Vagonlar öylesine tıka basa doluydu ki, sabahın ilk ışıkları ancak pencerelerin üst kısımlarından içeri sızabiliyordu.
Herkes trenin, cebri işgücü olarak çalıştırılacağımız bir mühimmat fabrikasına gitmesini bekliyordu. Hala Silesia’da mı olduğumuzu yoksa Polonya’ya mı girdiğimizi bilmiyorduk. Trenin düdüğünün, yok oluşa taşıdığı umutsuz yük için havaya yayılan acıma dolu bir imdat çığlığını andıran esrarengiz bir sesi vardı. Derken trenin hızı kesildi, bir ana istasyona yaklaştığımız anlaşılıyordu. Ansızın, kaygılı yolcuların arasından bir anda yükseldi:
“Bir işaret var, Auschwitz!”
O anda herkesin kalbi duracak gibi olmuştu. Auschwitz adı, dehşet verici olan her şeye karşılık geliyordu: Gaz odaları, krematoryumlar (ölü yakma odalan) katliamlar. Tren sanki tereddüt edercesine, sanki yolcularını o ürkütücü kavrayıştan olabildiğince uzun bir süre korumak istercesine ağır ağır yoluna devam etti: Auschwitz!
Şafağın sökmesiyle birlikte çok büyük bir kampın hatları görülmeye başladı: Birkaç sıralı uzayıp giden dikenli teller, gözetleme kuleleri, tarama lambaları ve işsiz yol boylarınca sürüye sürüye yürüyen, nereye gittiğini bilmediğimiz, uzun sıralar halinde pejmürde insan figürleri. Arada bir yüksek sesli komutlar ve komut düdükleri duyuluyordu. Ne anlama geldiklerini bilmiyorduk. Hayalimde, darağacında sallanan insanlar canlandırıyordum.
Dehşete kapılmıştım, ama bu hiçbir şeydi, çünkü adım adım, korkunç ve sonsuz bir dehşete alışmak zorunda kalacaktık.
Sonunda istasyona girdik. Yüksek sesle verilen komutlar başlangıçtaki sessizliği dağıttı. O andan sonra, bütün kamplarda, bu kaba, tiz sesleri tekrar tekrar duyacaktık. Sesleri, neredeyse bir kurbanın son çığlığını andırıyordu, yine de bir fark vardı. Bu seslerin, sanki tekrar tekrar katledilen ve bağırmaya devam etmek zorunda olan bir insanın gırtlağından çıkıyormuş gibi, tırmalayıcı bir boğukluğu vardı. Vagonun kapılan sonuna kadar açıldı ve küçük bir tutuklular müfrezesi içeri akın etti. Şeritli üniforma giymişlerdi, başları tıraşlıydı, ama besili gözüküyorlardı. Olası bütün Avrupa dillerinden anons yapıyorlar, bunu da o şartlar altında garip gözüken belli bir mizah duygusuyla yapıyorlardı. Denize düşen yılana sarılır hesabı, doğuştan gelen iyimserliğim (ki bu iyimserlik en umutsuz durumlarda bile duygularımı kontrol edebilmiştir) şu düşünceye sarıldı: Bu tutuklular son derece iyi gözüküyorlardı, moralleri iyi gibiydi, hatta gülüyorlardı. Kim bilir?
Belki ben de onların elverişli konumlarım paylaşabilirdim. Psikiyatride “af yanılsaması” denilen bir durum vardır. İdama mahkûm edilen bir insan, infazından hemen önce, son dakikada affedilebileceği yanılsamasına kapılır. Biz de umut kırıntılarına dört elle sarılmıştık ve sonuna kadar, çok kötü olmayacağına inanmıştık.
Bu tutukluların kırmızı yanaklarını ve dolgun yüzlerini görmek bile, son derece cesaret vericiydi. O zaman, bu tutukluların günden güne istasyona gelenleri karşılamakla görevli, özel olarak seçilmiş bir elit grubundan oluştuğunu bilmiyorduk Bu özel tutuklular, yeni gelenlerden ve kıymetli eşya ile mücevherat da dahil olmak üzere gelenlerin bagajlarından sorumluydu. Auschwitz, savaşın son yıllarında Avrupa’da özel bir nokta olmalı. Sadece dev depolarda değil, aynca SS mensuplarının ellerinde de altın, gümüş, platin ve elmaslardan oluşan eşsiz bir hazine olsa gerek. Olsa olsa iki yüz kişiyi alabilecek şekilde inşa edilmiş bir barakaya bin beş yüz tutuklu ulaştırılmıştı. Üşüyorduk, karnımız açtı ve uzanmak şöyle dursun, oturmak için bile herkese yetecek yer yoktu. Dört gün boyunca tek yiyeceğimiz, yüz elli gramlık bir ekmek parçasıydı. Ancak barakadan sorumlu kıdemli tutsakların, gelen partiden birisiyle, platin ve elmaslardan yapılma bir kravat iğnesi için pazarlık yaptıklarını duydum. Karın çoğu sonunda içkiye (cin) yatırılıyordu. “Neşeli bir akşam” geçirmek ve gerekli miktarda içkiyi satın almak için kaç bin marka ihtiyaç olduğunu hatırlayamıyorum, ancak uzun süredir tutuklu olan bu insanların içkiye ihtiyaç duyduklarım biliyorum. Bu şartlar altında kendilerini uyuşturmaya çalıştıkları için onlan kim ayıplayabilir ki? Ayrıca, SS tarafından neredeyse sınırsız miktarlarda içki sağlanan bir başka tutuklular grubu vardı: Bu tutuklular, gaz odalarında ve krematoryumlarda çalışıyor ve bir gün yeni bir cellat grubunun görevlendirilmesi sonucu, cellat rolünden alınıp kurban durumuna düşeceklerini çok iyi biliyorlardı. Kervanımızdaki hemen herkes, affedileceği, her şeyin iyi olacağı yanılsamasıyla yaşıyordu. Bir sonraki sahnenin arkasındaki anlamı kavrayamamıştık. Bagajlarımızı trende bırakmamız ve kıdemli bir SS subayı tarafından kaydedilmek amacıyla iki sıra halinde (birinde erkekler, diğerinde kadınlar) dizilmemiz söylendi.
Gariptir, sırt çantamı paltomun altına saklayacak cesareti bulmuştum. Bulunduğum sıradakiler subay tarafından tek tek kayda geçirildi. Subayın çantamı farketmesinin tehlikeli olacağını anladım. Böyle bir durumda en azından tekmelenirdim; daha önceki deneyimlerimden bunu biliyordum. Subaya yaklaşırken, ağır yükümü farketmemesi için içgüdüsel olarak dikildim. Daha sonra yüz yüze geldik. Uzun boylu, lekesiz üniformasının içinde sırım gibi duruyordu. Uzun bir yolculuktan sonra pejmürde ve pasaklı olan bizimle ne büyük bir tezat oluşturuyordu! Sol eliyle sağ dirseğini kavramış, tasasız bir rahatlık havasına bürünmüştü. Sağ eli havadaydı ve işaret parmağıyla, rahat bir endamla sağı veya solu gösteriyordu. Bir insanın işaret parmağının, bazen sağı bazen solu, ama çoğunlukla solu gösteren bu küçük hareketinin arkasındaki şeytanca anlam konusunda, hiçbirimizin en küçük bir fikri bile yoktu.
Sıra bana gelmişti. Birisi sağa gönderilmenin çalışma anlamına geldiğini, buna karşın sonuçta özel bir kampa gönderilecek olan hasta ve iş yapamaz durumda olanların sola gönderildiğini fısıldadı. Daha sonra da birçok kere yapacağım gibi, işi oluruna bıraktım. Sırt çantam beni biraz sola yatırdı, ancak dik yürümeye çalıştım. SS subayı beni tepeden tırnağa süzdü, duraksar gibi oldu, daha sonra ellerini omuzlarıma koydu. Zeki görünmek için elimden geleni yaptım, SS subayı beni yavaş yavaş sağa çevirdi, böylece sağa yöneldim.
O akşam bize parmak oyununun anlamını anlattılar. Bu, yaşamamız ya da yaşamamamız konusundaki ilk karar, ilk seçim anlamına geliyordu. Bizimle gelenlerin yaklaşık yüzde 90’ı gibi büyük bir çoğunluk için bu, ölüm anlamına geliyordu. Bu karar, sonraki birkaç saat içinde uygulanmıştı. Sola gönderilenler istasyondan doğruca krematoryuma gidiyordu. Orada çalışan birisinin anlattığı kadarıyla, bu binanın kapılarında çeşitli Avrupa dillerinde “banyo” yazıyormuş. Binaya girerken her tutukluya bir parça sabun veriliyormuş ve daha sonra… bereket versin ki daha sonra olanları anlatmam gerekmiyor. Bu tüyler ürpertici işlem konusunda birçok şey yazıldı.
Gaz odasından kurtulan ve gelenlerin çok küçük bir kısmını oluşturan bizler, gerçeği akşam öğrendik. Bir süredir orada bulunan tutsaklara, meslektaşım ve arkadaşım P’nin nereye gönderilmiş olabileceğini sordum.
“Sol tarafa mı gönderildi?”
“Evet,” diye cevap verdim.
“O zaman onu orada görebilirsin,” dedi birisi.
“Nerede?” Bir el, Polonya’nın gri gökyüzüne alev saçan, birkaç yüz metre ötedeki bir bacayı gösterdi. Bacadan uğursuz bir duman bulutu yükseliyordu.
“İşte arkadaşın orada, cennete yükseliyor,” diye cevap verdi birisi. Ama açık seçik anlatılana kadar gerçeği anlayamamıştım Olayları çok kısa anlatıyorum. Psikolojik bir bakış açısından. İstasyonda şafağın sökmesinden kamptaki ilk gecemize kadar önümüzde çok uzun bir yol vardı.
Silahlı SS gardiyanlarının eşliğinde istasyondan çıkarıldık, kamp boyunca uzanan elektrikli dikenli telleri geçip yıkama istasyonuna geldik: İlk elemeyi geçenler için bu gerçek bir banyoydu. Burada da, affedilme yanılsamamız tam bir canlılık kazandı. SS mensupları neredeyse cana yakın görünüyordu. Çok geçmeden nedenini anladık. Bileklerimizdeki saatleri gördüklerinden, kendilerine vermemiz için yumuşak bir ses tonuyla bizi ikna edebildikleri sürece nazik davranıyorlardı. Şöyle veya böyle bütün eşyalarımızı vermek zorunda kalmayacak mıydık? Ve neden, nispeten daha nazik olan şu insan saati almasın ki? Belki bir gün karşılığında bir iyilikte bulunurdu.
Dezenfekte odasına açılan bir araya benzeyen bir bölmede bekledik. SS görevlileri bütün eşyalarımızı, saatlerimizi ve mücevherlerimizi bırakmamız için yere battaniyeler serdiler. Yardımcı olmak üzere orada bulunan daha eski tutukluların alaycı bakışları arasında, bir nikâh yüzüğünü, bir madalyayı ya da bir uğur parçasını kendilerine alıkoyup koyamayacaklarını soran saf insanlar vardı. Her şeyin alınacağını hiç kimse henüz kavrayamamıştı.
Victor E. Frankl
“İnsanın Anlam Arayışı” başlıklı kitabından kısa bir bölüm, Okuyan Us Yayınları, 3. Baskı, Aralık 2009, İstanbul, sayfa 23-28. https://okuyanus.com.tr/urun/insanin-anlam-arayisi/