
Aktör Muşkin’in gömüt taşını bulmak kolay olmadı. Taş iyice toprağa saplanmış, üzeri yaban otlarıyla örtüldüğü için gömüte benzer bir yer kalmamıştı.
“Hani nerde onun gammazlığı,
iftiracılığı, rüşvetçiliği,
aldatmacaları?.. »
Hamlet
—Baylar, rüzgâr çıktı, hava da yavaş yavaş kararıyor. Ne dersiniz, artık evlerimize gitsek mi?
Rüzgâr yaşlı kayınların sararmış yapraklarını şöyle bir hışırdattı, yapraklardan üzerimize iri damlalar saçıldı. Arkadaşlardan biri ayağı kayıp tam düşmek üzereydi ki, gömütlerden (mezarlardan) birinin başında dikili, kararmış haça tutunarak düşmekten kurtuldu.
Arkadaşımız haçın altındaki taşta yazılı yazıyı;
—«Beşinci barem derecesinden devlet memuru, nişan sahibi Yegor Griaznorukov» diye okudu bize. Ben bu adı tanıyordum…
Karısını çok severdi, Stanislav nişanı almıştı. Adam oburun biriydi, midesi taş yese eritirdi. Aslında ölüm hiç onun harcı değildi, yaşamak herkesten çok onun hakkı sayılmalıydı.
Anlaşılan, ölüm bir fırsatını kolluyormuş. Adamcağız düpedüz merakının kurbanı oldu. Bir gün kapı arkasından gizli gizli birini dinlerken kapı ansızın açılınca başına öyle hızlı çarpmış ki, beyin sarsıntısı geçirdi (beyni de varmış demek ki) ve o yüzden öldü. Bu taşın altında ömür boyu şiirden, gömüt taşı yazıtlarından nefret etmiş bir adam yatıyor. Şu yaşamın cilvesine bakın ki, adamın gömüt taşı baştan başa şiirle dolu… Nedir o, bir gelen mi var yoksa?

Paltosu iyice yıpranmış, tıraşlı yüzü mosmor bir adam bize doğru yaklaştı. Koltuğunun altında bir içki şişesi vardı. Cebinde bir sucuk parçası gözüküyordu. Adam kısık bir sesle;
—Tiyatro oyuncusu Muşkin’in gömütü nerede, biliyor musunuz? diye sordu.
iki yıl önce ölen Muşkin’in gömülünü aramaya koyulduk.
Merak ettiğimiz için de sorduk:
—Siz de memur musunuz?
—Hayır, onun gibi tiyatro oyuncusuyum. Doğru, şimdi aktörleri piskoposluk memurlarından ayırt etmek zor. Sormanızın nedenini anlıyorum. Ama bu benzerlik memurların hoşuna gider mi, orasını bilmem…
Aktör Muşkin’in gömüt taşını bulmak kolay olmadı. Taş iyice toprağa saplanmış, üzeri yaban otlarıyla örtüldüğü için gömüte benzer bir yer kalmamıştı. Taşın tepesine diktikleri, yeşil yosunların kapladığı en ucuz cinsten haç ise eski mi eski, kirli, hüzün verici, hastalıklı bir görünüm almıştı.
Yosunların altından, «…unutul… dostumuz Muşkin…» diye belli belirsiz bir yazı okunuyordu.
Yerlere kadar eğilerek dostuna saygılarını sunan, bu sırada alnı ve şapkası toprağa değen ayyaş aktör;
—Tiyatrodaki oyuncular, rahmetlinin gazeteci arkadaşları güzel bir taş diktirmek üzere para toplamıştık ama sonra parayı içkiye yatırmışlar, dedi.
—Nasıl yani?
—Basbayağı… Paralar toplanıyor, gazetelerde ölüm duyuruları yayımlanıyor, sonra o parayı içip bitiriyorlar. Onları suçlamak için söylemiyorum. Hepsine afiyet şeker olsun, ölen arkadaşımıza de Tanrı huzurlar versin…
—İçkinin afiyet olacak nesi var? Arkadaşınıza Tanrı’dan huzur dileyeceğinize baş ucuna güzel bir taş diktirip anısını sonsuza dek yaşatsaydınız daha iyi olmaz mıydı?
—Doğru söylüyorsunuz. Ünlü bir oyuncuydu Muşkin, tabutunu en azından on çelenk izledi. Ama şimdi unutulup gitti. En başta sevenleri unuttular, ondan kötülük görenler ise hâlâ adını anarlar… Örneğin ben onu yaşadığım sürece unutmayacağım, çünkü ondan kötülükten başka bir şey görmedim.
Kendisini bitim kadar sevmezdim.
— Ne gibi bir kötülük yaptı size?
— Daha ne yapsın ki?
Aktör böyle diyerek içini çekti, unutulmayan bir kırgınlığın gölgesi yüzüne düştü.
— Bütün belalar, bütün kötülükler onun yüzünden geldi başıma. Gene de toprağı bol olsun… Sahnelerde onu dinleye dinleye, sürekli onu izleyerek aktörlüğü kendime meslek olarak
seçtim. Sanatıyla beni baba evinden ayarttı, sanatçılık çoşkusu aşılayarak baştan çıkardı, çok şey vaat etti ama göz yaşlarından, acıdan başka bir şey vermedi… Tiyatro oyuncusunun payına acıdan başka ne düşer ki zaten? Gençliğimi, sağlığımı, insana benzer yönlerimi hep bu yüzden yitirdim. Cebimde metelik yok, kunduramın ökçesi çarpılmış, leke içindeki pantolonum liyme liyme, suratım köpek kemirmiş gibi… Kafamın içi ise karmakarışık, belli bir düzeni yok. Bir zamanlar Tanrı’ya inanırdım, şimdi o da kalmadı. Oyunculuğa yeteneğim olsaydı bari! Ne gezer? Pisi pisine harcadık kendimizi… Saygıdeğer beyler, çok üşüyorum… Buyurun, hepimize yeter… istemez misiniz? Brrr! Arkadaşımın anısına içelim. Dediğim gibi, onu bitim kadarsevmezdim,üstelikgöçüpgitti bu dünyadan, gene de ondan başka yakınım yok. Onunla son kez görüşmek üzere geldim… Doktorlar içkicilikten yakında öleceğimi söylüyorlar, o nedenle vedalaşayım istedim. İnsan düşmanını bile bağışlamalı.
Ölen meslektaşı Muşkin’le söyleşisini sürdürsün diye tiyatro oyuncusunu orada bırakıp yürüdük, ince bir yağmur çiselemeye başlamıştı.
Mıcır döşeli geniş yola saptığımızda karşımıza bir cenaze alayı çıktı. Beyaz kuşaklar takmış dört taşıyıcı, sarı sarı yaprakların yapıştığı çamurlu çizmeleriyle kahverengi bir tabut taşıyorlardı.
Ortalık iyice karardığı için, ölüyü bir an önce yerine yetiştirmek telaşı içinde ikide birde tökezliyorlar, bu sırada tabut iki yana yalpalıyordu…
Arkadaşlardan biri;
—İki saattir buradayız, üçüncü ölüyü kaldırıyorlar… Haydi, doğru evlerimize, baylar! dedi.
Anton Çehov
Bütün Öyküler (1885-1886), Cem Yayınevi, Türkçesi: Mehmet Özgül, 1. Basım, Nisan 1997, sayfa 28-31.