Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık.” dediği, Gogol’ün uzun öyküsü “Palto”dan bir bölüm. Rus edebiyatında çığır açan bir önemli öyküdür.
Devlet dairelerinden birinde… Ama hangisinde olduğunu belirtmeden geçsek daha iyi olacak.
Çünkü devlet dairelerinde, askeri birimlerde, özel kalemlerde, kısacası kamu hizmeti gören kurumların herhangi birinde çalışanların hepsi tepki göstermek için fırsat kolluyorlar; alınganlıkta üstlerine yok. Artık öyle bir noktaya geldik ki, insanlar şahıslarına yöneltilen bir suçlamayı, mensubu oldukları topluluğun tümüne yöneltilen bir saldırı olarak değerlendiriyor. Duyduğuma göre, daha geçenlerde bir başkomiser (hangi şehirden olduğunu hatırlayamıyorum), bir şikâyet dilekçesi kaleme almış. Dilekçesinde yasaların hiçe sayıldığını, resmi kurumlarının tehlikede olduğunu ve bu kurumlar nezdinde devletin yüce adının küçük düşürüldüğünü ileri sürüyormuş. Sözlerine delil olarak da oldukça kalın bir edebi eseri dilekçesinin ekinde sunmuş.
Bu eseri delil olarak sunmasının nedeni ise her on sayfada bir, bir başkomiserden bahsedilmesi, hatta bazı yerlerde söz konusu başkomiserin basbayağı sarhoş bir halde resmedilmesiymiş. Hâl böyle olunca biz de, herhangi bir tatsızlık yaşanmasın diye anlatacağımız olayın cereyan ettiği yerden ‘devlet dairelerinden birinde’ diye bahsetmeyi uygun gördük.
Evet, ne diyorduk… Devlet dairelerinden birinde görev yapmakta olan bir memur vardı ve bu memurun, dış görünümü itibarıyla insanlarda ilgi uyandıran biri olduğu da söylenemezdi. Kısa boylu, çipil gözlü, biraz da çopur suratlıydı; kızıla çalan saçları yer yer dökülmüş, her iki yanağında da derin kırışıklıklar oluşmuştu; yüzünden, basurdan yana dertli olduğu anlaşılıyordu… Elden ne gelir ki! Tek suçlu Petersburg iklimi! Memurumuzun ünvanına gelince (ki bizde bir kimsenin adından önce ünvanı belirtilmelidir), kendilerine diş geçiremeyeceğine inandıkları insanlara yüklenmeyi meziyet sayan pek çok yazarın acımasızca alay ettiği, sivri dilleriyle iğnelemekten asla vazgeçmediği sıradan kalem memurlarından ve ilelebet ‘sıradan kalem memuru olarak kalacaklardan’ biriydi. Soyadı Başmaçkin’di. Kunduracı anlamına gelen bu soyadının vakti zamanında başmak (kundura) kelimesinden türetildiği açıkça görülmektedir; ancak ailesi bu soyadını ne zaman, hangi nedene dayanarak kullanmaya başladı, bunu anlamak ve anlatmak mümkün değildir. Çünkü memurumuzun babası da, dedesi de, hatta kayınbiraderi bile, yani istisnasız tüm Başmaçkin sülalesi kundura değil, çizme giyer; senede üç kere de tabanlarını tamir ettirirlerdi. Memurumuzun adı Akakiy Akakiyeviç’ti. Bu ad okuyucuya biraz tuhaf, uydurma gibi gelebilir, ama sizi temin ederim ki hiç de uydurulmuş ya da uzun uzadıya aranmış bir isim değildir; kendiliğinden gelişen olaylar memurumuza başka bir isim vermeyi imkânsız hale getirmiştir.
Kısaca olanları aktaralım: Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Akakiy Akakiyeviç 23 martta gece yarısına doğru dünyaya geldi. Bir memur eşi olan iyi yürekli annesi, çocuğun vaftiz edilmesi için gereken tüm hazırlıkları yaptı. Kadıncağız kapının karşısındaki lohusa yatağında yatıyor; sağ tarafında senato kalemlerinden birinde bölüm şefi olarak görev yapmakta olan vaftiz baba, saygıdeğer insan İvan İvanoviç Yeroşkin ile mahalle muhtarının karısı, ender rastlanacak erdemlere sahip olan vaftiz anne Arina Semenovna Blobryuşkova duruyordu. Anneye aralarında bir seçim yapması için takvimden üç isim önerildi:
Mokkiya, Sossiya bir de Hozdazat. “Hayır” diye itiraz etti zavallı kadın, “Çıka çıka bunlar mı çıktı!”
Anneyi memnun etmek için takvimin başka bir sayfasını çevirdiler; karşılarına yine üç isim çıktı: Tirifiliy, Dula ve Varahasiy. “Bu da mı gelecekti başıma,” dedi kadıncağız, “Ne biçim isimler bunlar! Tekini bile daha önce duymadığıma yemin ederim. Varadat ya da Varuh olsa, neyse diyeceğim, ama Tirifiliy ve Varahasiy…
Hiç işitmedim bile.” Yine sayfayı değiştirdiler; bu kez de karşılarına şunlar çıktı:
Pavsikahiy ve Vahtisiy. “Tamam, ben göreceğimi gördüm,” dedi kadın. “Anlaşılan, bu, yavrucağımın kaderi. Eğer durum böyleyse, ona babasının adını vermek en iyisi olacak. Kocamın adı Akakiy idi, bırakalım oğlunun adı da Akakiy olsun.”İşte Akakiy Akakiyeviç adı bu şekilde ortaya çıktı. Çocuk vaftiz edildi ve bu sırada sanki günün birinde sıradan bir kalem memuru olacağını önceden hissetmiş gibi yüzünü ekşitip ağlamaya başladı.
İşte olaylar bu şekilde gelişti.
Olan biteni doğrudan anlatmayı tercih ettik, böylece okuyucu çocuğa başka bir isim verilmesinin kesinlikle mümkün olmadığını, aslında bu ismi seçmeye mecbur kaldıklarını kendiliğinden görecektir. Ne zaman, ne kadar süre önce dairede işe alındığını ve onu işe alanın kim olduğunu kimse hatırlamıyordu. Daireden nice müdürler, nice masa şefleri gelip geçmişti, ama Akakiy Akakiyeviç hep aynı yerde, aynı şekilde, aynı görevi yerine getirmiş; yani mektupları temize çekmişti. Yaşamındaki bu ‘aynı’lıklardan olsa gerek, insanlar giderek onun kel kafası ve resmi üniformasıyla bu işe hazır bir halde dünyaya geldiğine inanmaya başladı. Dairede kimse ona saygı göstermiyordu. İçeri girdiğinde odacılar ayağa kalkmak şöyle dursun, sanki önlerinden geçen basit bir sinekmiş gibi kafalarını ondan tarafa çevirmeye bile tenezzül etmiyorlardı.
Şefler de ona oldukça soğuk ve zalimce davranıyordu. Şef yardımcıları, “Şunu temize çeker misiniz?” ya da “İşte size değişik bir konu, şununla bir ilgilenebilir misiniz?” demeye gerek görmeden ya da iş ilişkilerinin saygı kuralları çerçevesinde yürütüldüğü dairelerde olduğu gibi bir nezaket göstermeden, temize çekmesi gereken evrağı adeta suratına fırlatırlardı…
Nikolay Gogol
“Palto” başlıklı uzun öyküsünden bir bölüm, BordoSiyah Yayınları, Çeviren: Aslı Takanay, sayfa 23-28.