Moskova İktisat Enstitüsü’nün avlusuna genç bir adam çıktı Nazar Çagatayev. Rus olmayan bu genç adam geçip giden uzun zamanın etkisinden sıyrılarak şaşkınlıkla süzdü çevresini. Burada, bu avluda birkaç yıl boyunca dolaşmış, ilk gençliğini burada geçirmişti. Pek de yandığı yoktu aslında geçen günlere, zira yükseklere, aklının tepelerine tırmanmıştı artık, batmaya hazırlanan akşam güneşiyle ısınmış tekmil yaz aleminin daha iyi göründüğü tepelere.
Avluda rasgele otlar büyümedeydi, köşede bir çöp kutusu duruyordu, hemen yanında köhne bir ahşap ambar vardı, yanı başında yapayalnız ihtiyar bir elma ağacı insanlardan en ufak hayır görmeksizin ömür sürmekteydi. Bu ağacın hemen ötesinde, buraya kim bilir nerelerden gelmiş, muhtemelen yüz pud’ kadar çeken doğal bir taş duruyordu; biraz daha ilerideyse bir on dokuzuncu yüzyıl lokomobilinin demir tekerleği saplanmıştı toprağa.
Avlu boştu. Genç adam ambarın eşiğine oturdu ve düşüncelerine yoğunlaştı. Enstitünün idari işler bölümünden diploma tezini savunduğuna dair bir belge almıştı, diplomanın kendisiniyse daha sonra postayla göndereceklerdi ona. Buraya bir daha dönmeyecekti.
Tüm buralı, ölü nesnelerle vedalaşıyordu içinden. Gün gelecek canlanacaktı onlar da – kendiliklerinden yahut insan eliyle. Tüm gereksiz avlu eşyalarına yanaştı, eliyle dokundu onlara; nedense bütün nesneler kendisini akıllarında tutsun ve sevsin istiyordu. Aslında inanıyor değildi bunun olabileceğine. Çocukluk anılarından bilirdi ki, uzun bir ayrılığın ardından tanıdık bir yeri yeniden görmek tuhaf ve üzücü gelir; yüreğin bağlılığını korumuştur mekâna, oysa kıpırtısız nesneler seni unutmuştur, anımsamazlar, yokluğunda hareketli ve mutlu bir hayat yaşamış gibi
yabancılarlar seni, duyguların karşılıksız kalır, acınası, meçhul bir varlık gibi dikilirsin karşılarında.
Ambarın ardında eski bir bahçe vardı. Masalar diziyor, geçici olarak ışıklandınyorlardı bahçeyi şimdi, süslüyorlardı orasını burasını. Enstitü müdürü ikinci kuşak Sovyet iktisatçı ve mühendisleri için bir tören tertiplemişti akşama. Nazar Çagatayev okulunun avlusundan ayrılıp yurda doğru yürüdü; dinlenecek, akşam için temiz bir şeyler giyecekti. Karyolasına uzandı ve yanlışlıkla uyuyakaldı – salt gençlikte duyulan o ani bedensel saadet hissiyle. Sonradan, akşam karanlığı bastırdığında İktisat Enstitüsü’nün avlusuna tekrar geldi Çagatayev. Uzun öğrencilik yıllari boyunca esirgediği güzel gri takım elbisesini giymiş, genç kız işi el aynasının karşısında tıraş olmuştu. Van yoğu yastığının altında ve karyolasının yanındaki komodinde duruyordu. Akşam çıkarken dolabının iç karanlığına üzüntüyle bakmıştı: Dolap yakında onu unutacaktı çünkü, kıyafetinin ve bedeninin kokusu ebediyen uçup gidecekti bu ahşap kutunun içinden.
Yurtta başka yüksekokullarda okuyan öğrenciler kalıyordu hep, bu yüzden Çagatayev yalnız başına gelmişti törene. Bahçede sinemadan çağrılan orkestra çalmaktaydı, masalar uzun bir sıra oluşturacak şekilde dizilmişti ve tepelerinde elektrikçilerin ağaç aralarına çakılı eğreti direklere astığı projektör lambaları yanıyordu.
Boş yaz gecesi, burada törenleri ve son buluşmaları için toplanan gençlerin başlan üzerinde sürmekteydi hükmünü; bu gecenin olanca çekiciliği açık ve sıcak boşlukta, göğün ve bitkilerin sessizliğinde gizliydi.
Müzik çalıyordu. Gençler çevrelerindeki dünyaya dağılıp mutluluklarını kurmaya hazır vaziyette oturuyordu masaların başında. Müzisyenin kemanı uzaklarda tükenen bir ses gibi donup kalıyordu arada bir. Çagatayev’e ufkun ötesinde bir insan ağlıyormuş gibi geliyordu – belki de, bir zamanlar doğduğu, şimdiyse annesinin yaşadığı yahut öldüğü, kimselerin bilmediği o ülkede.
“Gülçatay!” dedi yüksek sesle.
“Nedir o?” diye sordu yanında oturan kız, bir teknik uzman.
“Bir anlamı yok,” diye açıkladı Çagatayev. “Gülçatay annemdir, dağ çiçeği. İnsanlara henüz küçüklerken, tüm iyi şeylere benzedikleri sıra verilir isimleri.”
Keman çalıyordu yine, sırf sızlanan değil davet de eden sesiyle – dönmemecesine gitmeye çağıran, çünkü kederli bile olsa daima zafer için çalar müzik. Az sonra danslar, oyunlar, gençliğin o bildik eğlencesi başladı. Çagatayev insanları ve gece tabiatım seyrediyordu; daha uzun süre, hatta belki ebediyen kalması gerekecekti burada, acıyla boğuşması, çalışıp mutlu olması.
Çagatayev’in karşısında gözleri kara bir ışıkla parıldayan yabancı bir genç kadın oturmaktaydı; koyu mavi, çenesine dek uzanan ihtiyar işi elbisesi rahatsız ama hoş bir hava veriyordu ona. Ya utandığından ya beceremediğinden dans etmiyor, ilgiyle Çagatayev’I izliyordu genç kadın. Onun iyi ve ciddi bir bakışla kendisini süzüp duran duru çekik gözleri, esmer yüzü, gizli duyguların barındığı yüreğini saklayan geniş göğsü, ağlamayı ve gülmeyi bilen yumuşak, mecalsiz ağzı hoşuna gitmişti. Sempatisini gizIemeye gerek görmeden gülümsedi Çagatayev’e, ama karşılık alamadı genç kadın.
Topluluk giderek daha da neşeleniyordu. Öğrenciler -iktisatçı, planlamacı ve mühendisler- masalardaki çiçekleri topluyor, bahçeden otlar koparıyor, bunlardan kız arkadaşlarına hediyeler yapıyor ya da gür saçlarına öylece döküveriyorlardı bitkileri. Sonra konfeti çıktı meydana ve o da eğlenceye hizmet için kullanıldı. Çagatayev’in karşısında oturan kadın yok olmuştu – bahçe patikasında, rengarenk kağıtlarla bezenmiş, dans ediyordu şimdi ve keyfi yerindeydi…
Andrey Platonov
“Can”, (romanın girişinden bir bölüm), Metis Yayınları, Çeviren: , Günay Çetoa Kızılırmak, İkinci Basım: Mayıs 2013, İstanbul, sayfa 3, 7-9. https://www.metiskitap.com/catalog/book/5135
Andrey Platonoviç Platonov bir demiryolu işçisinin oğlu olarak 1899’da Voronez yakınlarında dünyaya geldi. İç savaş sırasında Kızıl Ordu’da savaştı, daha sonra elektrik mühendisi ve arazi ıslahı uzmanı oldu. 1918 yılından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde makale, şiir ve denemeleri, 1926 yılından itibaren de kısa öyküleri yayımlanmaya başladı. Yeteneği Maksim Gorki tarafından keşfedilince ilk etapta parlak bir başlangıç yaptı, fakat daha sonra kimi eserleri Stalin dahil pek çok kişinin sert eleştirilerine hedef oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında savaş muhabiri olarak çalışan ve bir kere daha resmi olarak tanınmaya başlayan Platonov, savaş sonrasında yine çeşitli saldırılara maruz kaldı ve zorunlu çalışma kampından dönen oğlundan kaptığı tüberkülozun ilerlemesi sonucu 1951 yılında öldü. Platonov’un öyküleri 1950’1erin sonlarında Rusya’da yeniden yayımlanmaya başladıysa da başlıca eserleri 1980’lerin sonuna dek yasaklı kaldı. 1990’larda KGB’nin “edebiyat arşivi”nin kısmen halka açılmasıyla yazarın bitmemiş bir romanı gün ışığına çıktı.