Tersakan’a akşam iniyordu yavaş yavaş. Kavak ağaçlarının üzerindeki yapraklar esen hafif yelde sallanıyor ve ağaçlar giderek birer siluete dönüşüyordu. Mahallede ise akşam telâşı vardı.
Dörtyolda kirada olan dükkânımızı yedek parçacı Cevat boşalttıktan sonra, Adil ağabeyim o dükkâna geçici olarak bir masa topu (langırt) ile bir de masa tenisi masası koymuştu. Ramazan ayıydı. Genelde sahura kadar açık kalırdı dükkân. Özellikle Ramazan ayında dörtyol çok canlı olurdu. Babalar genelde evde iftarı ettikten sonra dışarıya çıkar ve kahvehaneye giderlerdi. Burada kumar oynarlardı, özellikle de kâğıt oyunları. Dörtyolda o zamanlar kumar oynanmayan tek tük kahve vardı. Bizim dükkânın yanındaki, Zeliha yengelerin kiraladığı kahvehanede de her çeşit kumar dönüyordu.
Polisler de küçük kasabanın verdiği can sıkıntısı nedeniyle kumar oynamayı severlerdi. Ayrıca kumardan haraç da aldıklarından, kumar oynanmasına ses çıkarmazlardı. Polislerin bazen de karakolda canları sıkılır, “Elimize birisi düşse de dövsek!” diye düşünürlerdi.
Kardeşim Zeki benden iki yaş küçüktü. Ama her zaman biraz da çevredekilerin gaz vermesiyle, kabadayı gibi iki kolunu hafifçe açarak salına salına yürür ve o havayla konuşurdu.
Bizim masa tenisi ve masa topu dükkânına özellikle dörtyolda satış yapan mısırcı ve ayakkabı boyacısı çocuklar da gelirdi. Özellikle “Müzik” lakaplı turşucu çocuk, ayakkabı boyacıları ve mısırcı Cücük Hüseyin ve Erdük gelirlerdi.
Müzik, hepsinden daha yaramazdı. O sıralar en favori esprisi şöyleydi:
“Ne koyyum?”
Aklı fikri piçlikteydi Müzik’in. İki lafından birisi belden aşağı idi. Kimse onunla çene yarışında başa çıkamaz, yaka silker ve
“İllallah kardeşim senin elinden!” derlerdi.
Dörtyolda akşam üzerileri onun sesi, simsarların sesine karışarak duyulurdu: “Turşularım var haydi. Ne koyyummm?”
Bunlar bazen bedava masa tenisi ya da masa topu oynamaya çalışırlardı. İşte o zaman Zeki kızar iki kolunu yana açarak üstlerine yürür ve kabadayı bir edayla şöyle derdi:
“Haybeye erat yok! Saati yüz lira, haydi bakalım açılın.”
Özellikle iftardan sonra erkekler dörtyola çıkar ve dörtyol sahura kadar cıvıl cıvıl olurdu. Aileler ise iftardan sonra parka gider, dondurma yerler ve çekirdek çıtlatırlardı burada.
O zamanlar için erkekler, özellikle de babalar silahsız gezmezlerdi neredeyse. Herkesin bir silahı vardı. Silah yasak olmasına karşın kimse bir şey demiyordu. Babam da genelde evden çıkmadan dikkatle 14’lü silahını beline koyar, takım elbise ve kravatını giyindikten sonra, hafifçe ıslatılmış saçlarını geriye doğru tarar, bıyıklarını tarar, düzeltir ve iftardan sonra evden çıkar, kahvehaneye kumar oynamaya, arkadaşlarıyla sohbet etmeye ya da lokanta içmeye giderdi.
Dörtyolda sesler birbirine karışırdı. Simsarlar, mısır satıcısı çocuklar, ayakkabı boyacıları, hep bir ağızdan bağırırlardı:
“Ankara’ya, İstanbul’a…”
“El yakıyor bunlar haydi…”
“Abi ayakkabı boyarım abi…”
***
Bizim Aşağı Mahalle, Tersakan ırmağının hemen arkasında idi. Bizim çocukluğumuz da işte orada, o ceviz, kavak ve elma ağaçlarının altında geçti. Irmağın sesi bize dünyanın en güzel şarkısı gibi gelirdi.
Bir gün Aylalar ile birlikte bizim mahallede oturan ve çeşitli civar köylerden eğitim yapmak için kasabamıza gelmiş olan öğrenci gençler, yine her zaman olduğu gibi Tersakan kıyısında oturmuş eğleniyorlardı. Susuz, Kayacık, Hacıdede, Mursal ve çeşitli köylerden yaklaşık yirmi-otuz kişi vardı. Adil ağabeyim, onların ara sıra toplandığını biliyordu. O gün de Ayla dükkâna uğramış ve öğleden sonra toplanacaklarını söylemişti. Bunun üzerine Adil abim Zeki ve benimle bir kasa elma, armut yollamıştı. Bu sırada Ayla da fırına giderek yirmi ekmek almıştı. Babası fırına, istediği zaman ona borç ekmek vermesini tembihlemişti. Bu arada herkes evden de yiyecek bir şeyler getirmişti. Ayla kasaya baktı, gülümsedi, meyveler hoşuna gitmişti:
“Ne bunlar böyle, bir tanesi bir kilo gelir.” dedi.
Gençler orada ırmak kenarında bağlama çalıyor, türkü söylüyor ve eğleniyorlardı; bir yandan da karınlarını doyuruyorlardı. Birden otuz-kırk kişiye çıkmıştı kalabalık.
O sıralarda her mahalleden bekçiler sorumluydu. Bunlar gece gündüz mahallede ara sıra tur atar ve “asayişin berkemal” olup olmadığını kontrol ederlerdi.
Bizim mahalleden sorumlu olan bekçi ise Boyalıcalı Bekçi Muzaffer idi. Aynı o eski Yeşilçam filmlerindeki gibi işgüzar bir bekçiydi bu. Bekçi Muzaffer’e, Ayla’nın babası “kızlara göz kulak olması” için tembihte bulunmuştu. O da arasıra Aylalara uǧrar, bir sorunları olup olmadığını sorardı.
O gün birisi Bekçi Muzaffer’e ırmak kenarında gençlerin toplanıp eğlendiğini anlatmış. Bekçi Muzaffer ise bunun yasalara aykırı olup olmadığını bir süre düşünmüş, elini çenesine koymuş ve kararını vermişti: Bu durum yasalara aykırı idi.
Kendisine çeki düzen vererek, şapkasını da hafifçe öne eğerek ırmak kenarına doğru gitti kararlı adımlarla. Bekçi geldiğinde, gençlerin eğlenceleri birden kesintiye uğramıştı.
Bekçi Muzaffer, onlara bakarak:
“Gençler, bu yaptığınız yasalara aykırı, yasa dışı toplantıya girer. Ben görmedim, duymadım, bilmiyorum; dağılın hemen, başınızı belaya sokmayın!” dedikten sonra düdüğünü çıkararak bütün gücüyle öttürdü:
“Düüüt! Düüüüüt!”
Bunun üzerine gençler, birer ikişer dağıldılar, herkes evine doğru yola çıktı. Bekçi Muzaffer onların arkasından zafer kazanmış bir eda ile bakıyordu. “Asayişi” yeniden sağlamıştı, mutluydu.
Tersakan’a akşam iniyordu yavaş yavaş. Kavak ağaçlarının üzerindeki yapraklar esen hafif yelde sallanıyor ve ağaçlar giderek birer siluete dönüşüyordu. Mahallede ise akşam telâşı vardı.
Erol Anar
“Aşaǧı Mahalle” başlıklı henüz yayınlanmayan kitabımdan…
Copyright © 2019 erol anar. Bütün hakları saklıdır.