Bu coğrafya insanının, diğer bir özelliği de doyumsuzluğudur. Doyumsuz olduğu alanlardan birisi de kariyerdir. Herhangi bir alanda yıllarca o kariyeri, sıfatı taşısa da, yine de doymaz.
Bu nedenle istifa kurumu işletilmez, insanlar koltuklarından ancak sürüklenerek indirilir. Kendi istekleriyle inmezler. Birçok alanda başkan enflasyonu vardır. En küçük sendikanın yönetim kurulu üyesi dahi olsa, diğer insanlara tepeden davranmaya başlar.
Bu, partilerde ve “demokratik kitle örgütleri”nde de böyledir. Yönetici insanlar, çoğunlukla buralardan adeta emekli olurlar. 20, hatta 30 yıl sendika ya da dernek başkanlığı ve yöneticiliği yaparlar. Ve ağızlarından da demokratik değişim, dönüşüm sözcüğünü düşürmezler. Bu kişilerin herhangi bir devlet dairesindeki memurdan farkları yoktur. Çoğunlukla takım elbise, kravatlı ve bürokratik davranış biçimlerine sahiptirler. Sol düşünceye sahip insanların üye olduğu parti, sendika ve derneklerde de durum farklı değildir.
Demokrasiden en çok söz eden insanların, hayatlarına, davranışlarına bakarsanız, burada demokrasinin kırıntısını bile bulamazsınız. Demokrasiyi yalnızca bir kılıf olarak ve kendilerine karşı uygulanmaması kaydıyla isterler. Örneğin aynı yönetim kurulunda bir üye, başkanı bir kaç kez eleştirirse, bir dahaki seçimlerde listeden ismi büyük olasılıkla çizilir. Bu gibi nedenlerle, bireylerde iki yüzlü bir davranış biçimi içselleşmiştir. Güce karşı halk deyimiyle “yalakalık yapar”, arkadan da dedikodu tarzında eleştiride bulunurlar. Kurumdan ayrılanlar da terfi ederek ayrılırlar. Ya başka bir kurumda daha üst düzey bir yöneticiliğe ya da milletvekilliğine aday olurlar. Yirmi yıl gönüllü olarak Halkevleri Samsun Şubesi, İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi ve Özgür Üniversite’de yöneticilik ve üyelik yaptım. Ama hiçbir kurumda, bir dönemden fazla yöneticilik yapmadım.
Şöyle bir çevremize bakalım. Eleştirdiği devlet bürokrasisini taklit eden ne kadar çok muhalif yapı var. Bürokrasiyi eleştirir, ama kendisi bir bürokrasi kurar. Takım elbise ve kravatlı, sinekkaydı traşlı, bir sendikacı, parti yöneticisi, dernekçi bürokrat protipi oluşmuştur yıllar içinde. Elitistliği eleştirir, ama kendi içinde elit bir tabaka oluşturur, ya da oluşmasına göz yumar. Kurumları kendilerine endeksli bir yapıya büründürmüş bu prototipler, yeni insanların da ortaya çıkmasına da engel olmaktadırlar.
Bu prototip insanlar, sevgili dostum Lütfi Demirkapı’nın sıkça söylediği gibi, Anadolu’daki söylenişiyle, “Bir pantolon bir cekettir. Elbisenin içinde kimse yoktur.” Bu kurumlar da, özünde ne demokratiktir, ne de kitle örgütüdür.
Bir kez, bir söyleşi nedeniyle Köln’de bulunuyordum. Söyleşi, Köln’de Türkiyelilerin ve Almanların birçok derneğinin olduğu, eski bir itfaiyenin bulunduğu bir yerde olacaktı. Bir arkadaşım ile daha önce de birkaç kez gittiğimiz ve hoşumuza giden bir İtalyan kafesine giderek, birer kahve içmeye karar verdik. Kafeye gittiğimizde, bir masada o zamanlar Avrupa’dan Türkiye’ye yönelik siyaset yapan ünlü bir muhalif politikacı ile karşılaştık. Beş, altı kişi ile oturmuş sohbet ediyordu. Yaşça benden oldukça büyüktü. Kendisi ile daha önceden tanışıyorduk. Arkadaşım, “Tanışıyor musunuz,” diye sordu, ben “Tabi ki tanışıyoruz.” diyerek masaya doğru yöneldim ve tokalaşmak üzere elimi uzattım, hatırını sordum. Siyasetçi, arkasına yaslanarak oturmuştu, bir milim bile kımıldamadan elini uzattı ve tepeden bir ifade ile soruma yanıt verdi. Bir hava, bir kasıntı vardı ki, adeta “Küçük tepeleri ben yarattım.” diyordu bizlere. Acımıştım ona o gün. Sonradan bulunduğu mevkileri ve siyasi pozisyonunu da kaybetti, bir kenara itildi.
Bu olaydan sonra başka bir arkadaş ile tanıştım. Kendisi şoförlük yapıyordu. Bana, “Siz neden muhalif A partisinin yönetim kuruluna girmiyorsunuz?” diye sordu. Ve ekledi, “Erol bey, eğer öyle bir kimlikle gelirseniz buralara, söyleşilerinize daha çok insan gelir.” Tespiti doğruydu. İnsanlar söylemde her ne kadar eşitlikçi, özgürlükçü olsalar da kariyerlere, kimliklere daha çok önem veriyorlardı. “Tespitiniz doğru. Ama ben tek tabancayım. Bağımsız bir insanım, ayrıca bunu kendi kişiliğimle sağlamak isterim. İş olsun diye bir kimliğin ya da kurumun arkasına sığınmam. Eğer bir kişi beni dinlemek istiyorsa, bunu gönüllüce yapmalı.” dedim.
Yıllar sonra buradan uzaklardan, Türkiye’deki bazı “demokratik” dernek ve kurumlara baktığımda, yine aynı isimleri yönetim kadrosunda görüyorum. Kurumdan ayrılanlar da terfi ederek ayrılmışlar. Ya başka bir kurumda daha üst düzey bir yöneticiliğe ya da milletvekilli olmuşlar. Sağcı, dinci ve muhafazakâr kurumlarda da bu böyle. Bazı gazeteciler de, politikaya atılarak (Ȍzellikle AKP saflarında) milletvekilliğiyle ya da başka kurumların yöneticiliği ile ödüllendirilmiş, yandaş yapılmıştır. Bu, Aldülhamid taktiğidir. Aldülhamid, kendisine muhalefet eden bazı Jön Türk liderlerine, valilik ve çeşitli kurumlarda yöneticilik vererek onları satın almıştır.
Erol Anar