O zamanlar bir masa tenisi masası ile masatopu (langırt) masamız vardı ve bunlar Dörtyol’daki evimizin altındaki dükkânda duruyorlardı o dönem. Dükkân kiralanana kadar da orada durdular ve dükkânda ben duruyordum okuldan sonra. Daha sonra dükkân kiralanınca, masa tenisi masasını sattık ve masatopu masasını ise bizim evin bahçesine koydum.
Lise’ye gidiyordum o zamanlar. Sabahtan akşama kadar idi okulumuz. Öğle yemeği arası vardı. Öğle yemeği için eve dönerdik. Yemekten sonra ise tekrar okula giderdik.
Öğle yemeği için eve döndüğümde çoğunlukla mısırcı çocuklardan bazılarını beni beklerlerken bulurdum evin önünde. Bunlar masatopu oynamaya gelirlerdi. Özellikle Yanık Erhan ile Tombul Aslan. Mısırdan iyi para kazanırlardı Dörtyol’da, cepleri para ile doluydu bu yüzden. Ceplerinden kırış kırış olmuş onluk, yirmilik banknotlar çıkarır ve öyle öderlerdi ücreti.
Ben de böylece öğle üzeri birkaç kuruş kazanmış ve okul harçlığımı çıkarmış olurdum. Özellikle de sigara ve çay parası. Kaçak yabancı sigara içiyorduk o dönem: Lark, Pal Mall, Kent, Marlboro, Astor, HB vs ne düşerse.
Bir gün yine öğle üzeri yemek yemek için okuldan geldim. Aceleyle yemek yiyordum ki, birden sesler duydum bahçeden:
“Eroll!”
“Erol kardaşşş! Evde misin, geldin mi?”
Pencereden bakınca Yanık Erhan ile Tombul Aslan’ı gördüm ve,
“Hemen iniyorum aşağıya, bekleyin.” dedim.
Bunlar hemen her öğle vaktinde seyyar mısır tezgâhlarını Dörtyol’da başka çocuklara emanet edip kaçıyor ve masatopu oynuyorlardı benim bahçede.
Tombul Aslan’ın dolgun yanakları vardı ve şişman bir çocuktu. Aynı yaşlardaydık.
Kafasını hafifçe sağa sola sallayarak,
“Kardaş naber?” derdi.
Özünde iyi bir çocuktu. Kısa saçları vardı ve kısa boyluydu.
Yanık Erhan ise yüzündeki yanık izinden dolayı bu lakabı almış olan çok esmer, uzun boylu , ince bir çocuktu. O daha güvenilmezdi, Aslan’dan.
Aşağıya indim, masatopunun kilidini açtım ve içinden topları alıp verdim onlara. Parayı peşin alıyordum genelde, çünkü kaçıyorlar para vermiyorlardı. Peşin almazsanız asla bir daha para alamazdınız bu çocuklardan. Bazen parayı peşin vermez, oyundan sonra vereceklerini söylerler, ama para vermeden kaçıp giderlerdi oyun sonunda. Lanet, arsız çocuklardı bunlar. Dörtyolda hayat onları böyle yapmıştı, çünkü içinde bulundukları şartlar acımasızdı. Benimle aynı yaştaydılar bu ikisi. Ama benden çok daha fazla para kazanıyorlardı Dörtyol’da. Cepleri hep para ile doluydu. Mısıra zaten para vermiyorlar, civardaki mısır tarlalarından çalıyorlardı istedikleri kadar. Böylece bütün sattıkları kâr oluyordu.
Her oyun öncesi, ikisinden de 10’ar lira alıyor ve yenene 10 lirasını geri veriyordum. Bağırarak küfürler ederek heyecanla oynuyorlardı.
Tombul Aslan golü yedikten sonra şöyle diyordu:
“Ulan g.tveren ben sana gösteririm şimdi.”
Yanık Erhan ise şöyle yanıt veriyordu:
“Lan piç, kolu çevirme yok.”
Böyle dedikten hemen sonra kendisi çevirmeye başlıyordu masatopu kolunu hızla.
Ben ise,
“Küfür etmeyin oğlum, burası mahalle, dörtyol değil.” diyordum onlara.
O gün böyle dört beş parti oyun oynamışlardı kendilerini kaptırarak. Birden bunların patronu mısırcı adam geldi Dörtyol’dan. Bu uzun boylu, esmer, pala bıyıklı bir adamdı. Sert bir görünüşü vardı. Dörtyol’da görürdüm bazen. Adamın elinde ince ve uzun bir değnek vardı. Adam bunlara elindeki değnekle acımasızca vurmaya başladı.
“Ulan puştlar tezgâhı orada bırakmış, burada oyun oynuyorsunuz.” diye kafalarına, sırtlarına, bacaklarına acımasızca vuruyordu, her vurduğunda ses çıkıyordu. Ve ince değneğin havadaki vızıltısı duyuluyordu her seferinde:
“Vuuzzzzzzzz! Vuuzzzzzzz”
Tombul Aslan ile Yanık Erhan feryat ediyorlardı:
“Anam yandım! Abi vallahi vurma, yemin ederim…”
“Ulan bir daha gelecek misiniz buraya puştun oğulları, alın size!..”
“Abi vallahi gelmeyeceğiz vurma. Anam avradım olsun…”
Bu ince değnek vücutlarına her indiğinde yakıyordu onları. Birden önce Yanık Erhan, peşinden de Tombul Aslan adamın elinden kurtularak Dörtyol’a doğru koşmaya başladılar. Adam da arkalarından değnekle onlara vurmaya çalışarak peşlerinden gitti. Ertesi gün öğle vakti Tombul Aslan ile Yanık Erhan yine masatopu oynamak için beni bekliyorlardı. Yedikleri dayak vız gelir tırıs giderdi.
Bunlar dayakla uslanacak değildiler ve çok yaramaz çocuklardı. Bugün bir araba dayak yeseler, yarın aynı şeyi yine yaparlardı. Dayağı hiç umursamıyorlardı, zaten dayak yiye yiye büyümüşlerdi Dörtyol’da.
Bunlar gidince tekrar masayı kilitledim ve defterlerimi, kitaplarımı alıp okula gitmeyi hazırlandım. Nejdet gelirdi okula gitmeden önce, hep beraber tren yolundan giderdik okula ilkokuldan beri. Bizim okul güzergâhımız hiç değişmedi. Karşıyaka’dan gelenler de tren yolu üzerinden giderlerdi okula. Bazen kız kardeşim Jale, ben ve Nejdet ile giderdik ve Gar müdürünün kızı Sabiha ve kardeşleri de bize katılırlardı orada, tam Havza Tren Garı’nın önünde. Onlar, Gar’ın hemen üstündeki evde oturuyorlardı. Ve oradan hep birlikte sohbet ederek yavaş yavaş okula giderdik. Nejdet ile ben gizli gizli sigara içerdik okula giderken.
Lisenin karşısında “Hacı” lakaplı yaşlı, uzun sakallı bir adamın bakkal dükkânı vardı. Yarısı bakkal ve yarısı ise çay ocağı şeklinde bir dükkândı burası. Buraya gider, burada gizli gizli sigara ve çay içerdik. Bazen öğretmenler de gelirlerdi; onlar gittiğinde hemen sigaramızı yakar ve çayımızı içer, sonra derse girerdik. Hacı’nın bir oğlu vardı bizden büyük; yaklaşık 35 yaşlarında, ince yapılı ve bıyıklı bir adamdı. Bu adam öğrencilere iyi davranır, onların sigara içmelerine göz yumardı. Öğrencilere “yegen” diye hitap ederdi. “Yegen aşağı, yegen yukarı…” derdi. Yumuşak g’yi kullanmazdı.
Özellikle Cekcek adlı Türkçe dersimize gelen Mesut hoca ile fizik hocası Feyzullah hoca buraya takılırlardı. Bunların ikisi hep beraber gezerlerdi. Feyzullah hoca önceden kamyon şoförlüğü yapmış, daha sonra öğretmenliğe tayini çıkınca şoförlüğü bırakarak öğretmenliğe başlamıştı. Feyzullah hoca bizi dövmedi, ama o çok öğrenci döverdi. Çok sinirliydi, sinirlendiği zaman kulaklarına kadar yüzü kızarır ve birden kendini kaybeder sille, tokat, yumruk vs… Allah ne verdiyse öğrenciye girişirdi.
Cekcek lakaplı Mesut hoca da döverdi, ama o yumruk değil sert tokatlar atardı.
Bizim mahallede çok öğretmen vardı: Örneğin resim hocamız Sabri hoca ve Sadık hoca, Kemalettin hoca -sanırım matematik öğretmeni- idi, Feyzullah hoca… Birçok öğretmenin yaşadığı bir mahalle idi bizim Aşağı Mahalle. Ve hepsi de bizim lisede idi bu öğretmenlerin. Bu öğretmenler bizleri de iyi tanırlar ve o yüzden de biraz korurlardı.
Feyzullah hoca, daha sonra ise teyzemin oğlu Sinanların oturduğu apartmana taşınmıştı. Ondan önce ise bizim mahallede oturuyordu; iki çocuğu ve Perihan adlı bir eşi vardı. Bunlar Elmadağlı idiler.
Feyzullah hocanın eşi Perihan hanım, evlerinin karşısındaki muhtar Sabahattin amcanın kızları ile çok yakındı.
Fakat bir gün baktık o mahalleden sesler geliyor. Bu ara sokağa ulaşınca baktık ki Muhtar Sabahattin amcanın kızı Suna ile Feyzullah hocanın eşi Perihan hanım kavga ediyorlar. Kavga fiziki değil, sözlüydü sadece. Birbirlerine ağır küfürler, hakaretler ederek bağırıyorlardı.
Mahallemizde böyle şenlikli kavgalar olurdu ara sıra. Ama sonradan unutulurdu ve insanlar yeniden barışıp hayatlarına devam ederlerdi.
Erol Anar
Henüz yayınlamadığım “Aşağı Mahalle” başlıklı kitabımdan.
© erol anar, 2019
Not: Fotoğraf semboliktir…