“Burada, felsefede en çok sıkıntı doğuran ayrılmalardan birinin başlangıcına varmış oluyoruz ‘görünüş’ ile ‘gerçek’ arasındaki, nesnelerin nasıl göründükleriyle ne oldukları arasındaki ayrılma.” der Russell. [1]
Russell’ın bu dediğine ek olarak, burada aynı zamanda olayların, olguların ve kavramların da bizim gördüğümüz şekli ile gerçekten oldukları şey arasındaki ayrıma da varıyoruz. İşte bu ayrım noktası gerçekliği ve hakikati algıladığımız noktadır. Yani kendi hatalarımızı, eksiklerimizi, yanlışlarımızı gördüğümüz ve onlarla yüzleşmeye hazır olduğumuz nokta. Bunu da az sayıda insanın yapabileceğini düşünüyorum.
Bütün bunlar bireyi özgürlükten uzaklaştırır, onu bir hapishanenin içine koyar, beynindeki hapishanenin. Kıpırdayamaz hale getirir. Çünkü inanç ve ideolojiler insanı öylesine şekillendirmiş ki, insanın tüm bu bağlardan, zincirlerden kurtularak kendisini kandırmadan gerçekliği görebilmesi de çok zordur.
İşte tam da bu nedenle toplumun büyük çoğunluğu, olayları, olguları, kavramları olduğu gibi değil, olmasını arzuladığı gibi görür.
***
Bazı gerçekleri çok sonraları fark edersin, insanların birbirlerini tamamlamadıkları, aksine eksilttikleri gerçeği gibi şeyleri. Ama eksikliklerini fark ettiğinde, bunun iyi ya da kötünün üzerinde gerçek olduğunu anlarsın. Birbirini tamamlamak da gerekmez belki, ama ne kadar az eksiltirse bir diğerini o kadar belki iyidir. Çünkü insan kendisini bile tamamlayamıyor gerçek anlamda. Eksik gidiyor birçok insan, kendini tanımıyor, sorgulamıyor ve belki kapasitesinin yüzde 10’u çapında bir hayat sürerek ölüp gidiyor. Dolayısıyla insan insanı eksiltiyor diyebilirim bu postmodern zamanlarda. Bu da kendi açımdan hayatın çok sonraları farkına vardığım gerçeklerden birisi. Asıl gerçekler, belki de çok sonraları farkına varılanlardır.
Özünde insanı kendisine götüren, kendi gerçekliğini ve bilincinin dışındaki gerçekliği görebilmesi, algılayabilmesidir. Bunları gördüğünde, farkına vardığında artık kendi iç merdivenlerini inmeye başlarsın. Kendi yüreğinin bodrumuna karanlıklara bir fener gibi aydınlatarak yavaş yavaş adım atarsın.
Elbette gerçeğe ulaşmak kolay değildir. Hatta felsefi olarak bir gerçekliğin olup olmadığını bile mutlak bir doğru olarak yüzde yüz söyleyemeyiz.
***
Şöyle bir düşünelim: Hayatımız boyunca hep haklı olduğumuzu, bir bakışta herkesi tanıdığımızı, gerçeği, hakikati ve doğruyu elimizde tuttuğumuzu düşünmedik mi? Hâlâ da öyle düşünmüyor muyuz? İnsanları tanıma yeteneğimiz olduğunu, hemen hemen çoğunlukla her durumda haklı çıkanın kendimiz olduğunu, kendi ideolojimizin, inancımızın en doğru olduğunu ve onu hiç sorgulamadan kabul etmiş olduğumuzu görebiliyor muyuz?
Hiç sorgulamadan, gerçek anlamda hataları, eksikleri ve yanlışlarımızı görmek istemediğimiz bu hayatımızın bir yalandan ibaret olduğunu algılayabiliyor muyuz?
Oysa şöyle gerçekçi ve nesnel bir biçimde tarihsel olgulara, düşüncelerimize bir bakarsak hiç de doğru bir yerde olmadığımızı görebiliriz. Gerçekliği kendi istediğimiz biçimde görmek istiyoruz ya da görmezlikten geliyoruz. Aslında biz gerçekliğin dışında oluşturduğumuz -zihnimizde oluşturduğumuz- sanal bir dünyada yaşıyoruz. Her ne kadar belki materyalist, bilime inanan bir kişi olduğumuzu düşünsek de aslında idealistiz. Bir dine inanır gibi inanıyoruz ideolojilerimize.
***
Russell, bir masa örneğinden yola çıkar. Masanın gerçekte var olup olmadığını uzun uzun sorgular ve şöyle bir sonuca varır:
“Fakat, eğer gerçek, görünen şey değilse, gerçek diye bir şey olup olmadığını bilebilir miyiz? Eğer bilebilirsek bunun ne gibi bir şey olduğunu anlama olanağımız var mı? … Üzerinde tek bildiğimiz şey, onun, göründüğü şey olmadığıdır.” [2]
Gerçek de böyledir, tarihe baktığımızda onu olduğu gibi göremeyiz çoğu zaman. Onu yaşandığı gibi objektif görebilmemiz imkânsızdır. Yüzde yüz onu göremeyiz ama belki, yüzde elli görme şansına sahip oluruz. Bunu da uzun araştırmalar ve özgür düşünceden sonra yapabiliriz. Eğer ideolojimizin hapishanesinde beynimizi tutsak etmişsek, olduğu gibi değil de, görmek istediğimiz gibi görürüz tarihi, kavramları, olguları ve her şeyi. İnsanın kendisini kandırmasından daha kolay bir şey yoktur. Yüzleşmek ise cesaret ister ve bunu göğüsleyebilecek güce sahip olmayı gerektirir. Gerçeği taşımak zordur, herkes taşıyamaz ve o nedenle insanların çoğu gerçeği görmek istemez, ondan uzaklaşır, adeta kaçar.
Russell’ın vardığı nokta doğrudur: Gerçek üzerine düşüncelerimizin birer varsayım olmaktan öteye gidemeyeceğini söyler. Bilimsel bir yaklaşımdır. Çünkü hiçbir şey mutlak doğru olamaz. Bu diyalektiğe de aykırıdır.
Edgar Allen Poe, “Gördüklerinin yarısına inan. Duyduklarının hiçbirisine inanma.” der.
Gerçekte biz değil gördüklerimize değil, görmediklerimize, duyduklarımıza bile inanırız işimize geldiği noktada.
Ama sonuçta gerçeğe en çok yaklaşan bir bakış açısına sahip olabileceğimizi düşünüyorum. Eğer mutlak doğru yoksa bile, ona en yakın şeye yaklaşmalıyız diye düşünüyorum, gerçeğe en yakın tepeye çıkmalıyız.
İşte bu noktada gerçeğe ulaşabilmek için Descartes’ın yönteminden yararlanabiliriz belki.
“Descartes (1596-1650), şimdi de yararlanılabilecek bir yöntem buldu —dizgesel (systematic) şüphe yöntemi. Doğruluğunu açık ve seçik olarak görmediği hiçbir şeye inanmamaya karar vermişti. Şüphe duyabildiği şeylerin hepsinden, şüpheye bir sebep kalmadığını görünceye dek şüphelenecekti.” [3]
Burada inandığımız, doğru olduğunu düşündüğümüz olay, olgu ve kavramlardan şüphe duymamız gerektiğini düşünüyorum Descartes’dan yola çıkarak. Eğer şüphe duyarsak, gerçeğe de olabildiğince yaklaşmış olabiliriz bu yöntemle. Yalnızca şüphe duymak yetmez, araştırmak ve sorgulamak da gerekir bununla birlikte.
İsteyen istediğine inansın, isteyen bir ömür kendisini kandırsın. Ben her zaman her şeyden şüphe duyacak, araştıracak, öğrenecek ve sorgulayacağım. Çünkü sahtelikler ve kendini kandırma üzerine kurulu bir hayatı değil, gerçeğe mümkün olduğunca en yakın noktaya ulaşmayı istiyorum.
Erol Anar
[1] Bertrand Russell: Felsefe Sorunları, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 3. Basım: 1994, sayfa 10-11.
[2] Age, sayfa 16-17.
[3] Age, sayfa 18.
Güzel bir yazı olmuş. Elinize kaleminize sağlık…