Michel Foucault, anlaşılması en zor çağdaş filozoflardan birisi olarak bilinir. Kendi içinde çelişkileri olduğu eleştirileri de yapılmıştır. Postyapısalcı olarak bilinir, her ne kadar kendisi bu tanımı kabul etmese de. İktidar kavramına o zamana değin olandan çok daha farklı, geniş bir tanım getiren bir filozoftur. Yıllardır Foucault okurum. Ama şunu söyleyebilirim, onu yeni yeni anlamaya başladım. Foucault’yu anlamak için, onun bazı kitaplarını çeviren Mehmet Ali Kılıçbay’ın dediği gibi, felsefi bir altyapı da gerekir. Önceleri Marksist referanslarla kitap yazmıştır. Ancak daha sonra kitaplarındaki Marksist tüm referansları çıkarmıştır. Onu yirminci yüzyılın en büyük entelektüeli olarak görenler de vardır.
Foucalt, iktidarı yalnızca bir baskı aracı ya da ideolojik aygıt olarak değerlendirmez.[1] İktidar kavramını çok daha geniş olarak ele alır.
Bir “iktidar tarihçisidir” o bir yerde kendisinin de dediği gibi. İktidar kavramının sorgulayıcı tarihçisidir.
Anlama çabam da iktidar kavramıyla son yıllarda yoğun olarak uğraşmamdan dolayıdır. Tekrar tekrar döne döne Foucault okurum bu yüzden. Her okuduğumda yeni bir derinlik bulur, yeni bir şey keşfederim. Onun tüm görüşlerine katılıyorum anlamı taşımaz bu, Ama yine de iktidar konusundaki yaklaşımını yol açıcı bulurum. Ve onun üzerinden, onun açtığı yolda değişik düşüncelere ulaşabilirim. İktidar kavramı ile çalışma yaparsanız, bugün Foucault’yu asla es geçemezsiniz.
“Bu bakımdan, ona göre, iktidar yeri belirlenemez olan, hiçbir zaman birilerinin elinde bir zenginlik ve bir mal gibi sahiplenilebilir olmayan, sadece dolaşımda olan ve işleyen bir şey olarak çözümlenmelidir. Bu açıdan bakıldığında, bireyin iktidarın karşısında durduğunun değil, onun hem etmeni hem de aracısı olduğunun ve iktidarın kendisini oluşturan bireyler aracılığıyla yayıldığının düşünülmesi gerekir (Foucault, 2002: 43-44).
Foucault kendisiyle yapılan bir söyleşide belirttiği gibi, bu tanımlamasıyla, iktidara karşı direnilemeyeceğini söylemediğini ya da devletin önemini küçümsemediğini söylemiştir. Söylemek istediği, bireyin artık iktidarın bir parçasına ve onu üreten bedeninden bir aracı geçiren bir yönde değişim gösterdiği gerçeğidir. Aslında Foucault’nun da bazı çelişkiler vardır bu konuda, ama bunlar her tezde olan çelişkilerdendir.
Kendisinin iktidar tanımının direnişi dışladığı yolundaki eleştirilere de karşı çıkar o.
“İktidar ilişkileri kaçınılmaz olarak direnişe yol açar, her an direniş çağrısı yapar, direnişe imkân tanır ve direniş imkânı olduğu için, gerçek direniş olduğu için, tahakküm uygulayanın iktidarı çok daha fazla güçle, direniş ne kadar büyükse o kadar daha fazla kurnazlıkla tutunmaya çalışır.”[2]
Foucault’nun iktidar kavramına yaklaşımı o zamana kadar bu kavrama olan yaklaşımlardan farklıdır. O iktidarı sınırlı, devlet, ya da belli siyasi grupların sınıfların egemenliğiyle sınırlamaz. O, iktidar mekanizmalarının hukuksal, yasal aygıttan daha geniş olduğu ve iktidarın çok fazla sayıdaki tahakküm prosedürleriyle uygulandığı görüşünü taşır. İktidar ilişkileri sadece devlet aygıtının birey üzerinde uyguladığı iktidarla sınırlı kalmaz Foucault’ya göre. Yani iktidar kavramını çok daha geniş olarak ele alır o. Bu noktada onun bu düşünce ve tanımına katılıyorum. İktidar onun dediği her yerdedir ve her yerden gelir. Bunlar karmaşık iktidar ilişkileridir.
“Yöntem konusunda alınacak önlemlerdeki dördüncü vargı ise şu: “iktidar, uygulanır, dolaşımda bulunur, ağ oluşturur dediğimde, bu belli bir noktaya kadar doğrudur belki. Aynı zamanda “hepimizin kafasında faşizm vardır” ve daha temel olarak: “hepimizin bedeninde iktidar vardır” da diyebiliriz. Ve iktidar -en azından belli bir ölçüde- bedenimizden geçiş yapar ya da yayılır.”[3]
Yakında öyle olabilir ki, yapay zekâya sahip robotların insan üzerindeki iktidarına dönüşebilir bu ilişkiler, yani Foucault’nun öngördüğünden çok daha geniş bir alana taşınabilir. Başka bir yazımda değinmiştim, yakında insan bizzat kendi beyninden gözlenecektir. Yani iktidar direkt olarak fiziki biçimde insanın bedeninden geçecek ve yayılacaktır. Foucault bunu belki o zaman başka anlamda söylemişti, ama yakın geleceğe tastamam uyan bir iktidar tanımı yaptığının farkındaydı belki de. Foucault, ayrıca hakikat üretimlerini iktidardan ve iktidar mekanizmasından ayrı olarak ele almaz, ona göre iktidar mekanizmaları hakikat üretimlerini mümkün kılar ve bunlara yol açar.
İşte bu noktada Foucault’nun entelektüele biçtiği rol de farklıdır, şöyle der:
“Entelektüel için temel siyasi sorun, bilimle ilintili olan ideolojik içerikleri eleştirmek ya da kendi bilim pratiğine doğru bir ideolojinin eşlik etmesini sağlamak değil; yeni bir hakikat siyaseti oluşturmanın mümkün olup olmadığını bilmektir. Sorun insanların bilincini ya da kafalarında olanı değil; hakikati üreten siyasi, ekonomik, kurumsal rejimi değiştirmektir.” [4]
Yeni bir hakikat siyaseti oluşturmak, aslında iktidarın temel çekirdeğine de karşı çıkmak anlamına gelir.
Burada hedef kitleleri değiştirmekten çok -çünkü Foucault kitlelerin entelektüelden daha çok şey bildiğini iddia eder- hakikati üreten kurumsal rejimi değiştirmektir. Çünkü kurumsal rejimi değiştirirseniz hakikat siyasetini oluşturmanın da önünü açabilirsiniz demektir. Aslında böylelikle kitelerin değişimine de yol açmış olursunuz aynı anda.
“Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kuramlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız. “[5]
Devletle ya da daha geniş anlamıyla kapitalizm ile ilişkili olan bireycileştirme, bence bireyin özünü yok eden ve iktidara tabi olan bir robota dönüştüren bir bireycileştirmedir. Burada sadece iktidarı, devleti hedef alan bir yaklaşım başarılı olmayacaktır. Çünkü böyle bir el değiştirme bireyi ve toplumu olumlu yönde değiştirmeyecek yalnızca otoritenin el değiştirmesini sağlayacaktır. Örneğin reel sosyalist devletler yıkıldığında, birey ve toplumun iki günde serbest piyasa ekonomisine uyum sağlaması, bu tezin doğru olduğunu gösteriyor. Burada sadece devletle değil, her alanda ve her yerde iktidarla savaşmak gerekir. Hatta kendi içimizde bile.
Foucault, mikroiktidarı inceleyerek devleti göz ardı ettiği eleştirisine karşı uzun bir yanıt verir. Foucault, “Yalnızca bir hükümetten ibaret olmayan devlete karşı mücadele edebilmek için devrimci hareketin kendini politik-askeri terimlerle devletin eşiti kılması gerekir, dolayısıyla parti halini alması, devletle aynı disiplin mekanizmalarıyla, aynı hiyerarşilerle, aynı iktidar örgütlenmesiyle bir devlet aygıtını -içeriden- model alması gerekir. Bu ağır bir sonuçtur, ikinci olarak, devlet aygıtının ele geçirilmesi muhtemel değişimlerle birlikte bu aygıtın basitçe işgal edilmesi olarak mı kabul edilmeli, yoksa ortadan kaldırılmasının vesilesi olarak mı?”[6] der.
Burada aslında düşmanını taklit etmek, sonradan ona benzemeyi, onun yöntemlerini belki de daha şiddetli olarak kullanmayı, ve ana amaçtan sapmayı da bir handikap gibi beraberinde getiriyor.
Düşmanına benzemek, düşmanı tarafından yutulmaktır.
Buradan yola çıkarak Marksizmin proletarya diktatörlüğü boyunca devlete ihtiyaç duyduğunu dolayısıyla bu noktada da burjuvaziye ihtiyaç duyacağını ortaya sürer ve SSCB’de olanın da bu olduğunu söyler.
“SSCB’de olup biten kuşkusuz budur. Devlet aygıtının önemsiz olduğunu asla öne sürüyor değilim; fakat bence Sovyet deneyimine yeniden başlamamak için, devrimci sürecin tıkanmaması için bir araya getirilmesi gereken tüm koşullar arasında ilk kavranması gereken şey, iktidarın yerinin devlet aygıtı olmadığı ve devlet aygıtlarının dışında, üstünde, yanında çok daha küçük düzeyde işlev gören iktidar mekanizmalarında değişiklik yapılmadığı takdirde toplumda hiçbir şeyin değişmeyeceğidir.”[7]
Devlet elbette önemli iktidar aygıtlarından birisidir. Ama Foucault’nun dediği gibi iktidarı sadece devletten ibaret olarak görmemek gerekir. Burada devlet aygıtının öneminin de altını çizerek, iktidarla olan mücadeleyi en küçük toplumsal birimden başlatmak gerekir.
Zaten öyle olsaydı Sovyetler Birliği’ndeki devleti ele alan iktidarı toplumu değiştirebilmesi gerekirdi. Ancak 70 küsur yılda sistem çöktüğü gibi, milliyetçilik ve din patlama yapmıştır toplumda tam tersine. Bu da Foucault’nun dediklerini doğruluyor. Düşmanını taklit eden zihniyet, tıkanmış, çürümüş ve sonunda yıkılmıştır.
Foucault’nun “toplumu değiştirmeyeceği” eleştirisi çok doğrudur. Bir örnek vermek gerekirse, demek ki, devlet aygıtını işgal etmek ya da ele geçirmek toplumsal bazda bir değişime yol açmıyor. Öyle olsaydı Sovyetler Birliği 70 küsur yılda çökmezdi. Burada Marksizmin tarihsel yanılgısı, devlet iktidarını işgal ederek, ele geçirerek iktidarı hedeflemesi oldu. Tarihsel anarşizm ise devlet iktidarını ele geçirmeyi değil, onu yıkmayı amaçladı. Böylece esas amaç iktidarı ele geçirerek toplumu belli bir yöne yönlendirmek, yani çobanlık yapmak değil, bireyin ve toplumun kendi kendisini yönetecek ve onun üzerindeki her tür otoriteyi kaldırmanın olanaklarını açacak bir yönelime ve mücadeleye girmek oldu. Yani yeni bir hakikat yaratmak, eski yönetimi ele alıp eskinin tekrarını gündeme getirmek değil. Bu anlamda Foucault’nun iktidar tanımlaması Marksizmle çelişmesine karşın, klasik anarşizmle çelişmez, aksine ona olanaklar sağlar.
Foucalt burada Marksizmin mücadele ettiği devlete benzediğini söylüyor, hiyerarşi, parti ve disiplin mekanizmalarıyla aynı düşmanına benzeyen bir yapıya bürünüyor. Devleti ortadan kaldırmak yerine işgal ediyor ve sonuç olarak aynı hiyerarşiyi ve diğer mekanizmaları kullanıyor. Eşitlik iddiası da burada sözde kalıyor. Foucault’nun dediği burjuvaziye ihtiyaç duymak da Sovyetler Birliği için doğrudur. Çünkü Bolşevikler iktidarı aldıktan sonra orduya Çarlık dönemi subaylarını tekrar çağırmış, Çarlık dönemi memurlarının birçoğunu da aynı yerde ise tekrar almışlardır. Hatta işten bile çıkarmamışlardır denilebilir. Değişen sadece bazı kişiler olmuştur. Devlet yapısı işgal edilmiştir, ama ortadan kaldırılmadığı gibi, sosyalist bir devlet yapılanmasına da dönüştürülememiştir. Sonuç olarak ortaya ne proletarya diktatörlüğü ne de bir işçi devleti çıkmıştır. Ortaya çıkan bürokratik, bir grup elitin diktatörlüğü olmuştu.
Peki Foucault’nun sorduğu şekliyle eğer devlet işgal edilmek yerine ortadan kaldırılsaydı iktidar mekanizmaları ortadan kaldırılmış mı olacaktı? Kuşkusuz devletin ortadan kaldırılması birçok sorunu da çözecekti. Ama yeterli olmayacaktı. Aileden bütün kurumlara kadar egemen olan iktidar mekanizmalarını sorgulamak ve onlarla mücadele etmek gerekecekti. Bu noktada belki Foucault’nun önem verdiği hakikat siyasetini oluşturmanın olanakları zorlanacaktı. İktidar ilişkileri o kadar geniştir ki, adeta her ilişki ilişkiye, en küçük birimlere kadar sızmıştır. Kuşkusuz devleti, hiyerarşiyi, disiplin mekanizmalarını kaldırarak ve bunların yerine sivil örgütlenmeler koyarak, toplumu örgütleyerek ve kendi kendisini yönetmesini sağlayarak sorunların bir bölümünü, önemli bir kısmını çözmüş olacaksınız. Fakat mikroiktidarların çözülmesi için çok daha kapsamlı bir sürekli mücadeleye ve yeni bir hakikat siyasetine ihtiyaç vardır.
Erol Anar
(Henüz yayınlamadığım “Anarşizmden Marksizme ÖZGÜR TOPLUM ARAYIŞLARI” başlıklı yeni kitabımdan bir bölüm)
[1] “Eğer yalnızca baskıcı olsaydı, ya yasağın içselleştirilmesini ya da öznenin mazoşizmini (sonuçta ikisi de aynı şeydir) kabul etmemiz gerekirdi. Bu noktada özne iktidara dahil olur.” der Foucault. Michel Foucault: İktidarın Gözü Seçme Yazılar, 3. Basım, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s. 74.
[2] Michel Foucault: İktidarın Gözü, Seçme Yazılar, 3. Basım. İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s. 177.
[3] Michel Foucault: Toplumu Savunmak Gerekir, YKY Yayınları. İstanbul, 7. baskı: İstanbul, Ocak 2015 s. 43-44.
[4] Michel Foucault: Entelektüelin Siyasi İşlevi, Ayrıntı Yayınları, İkinci Baskı: 2005, İstanbul, s. 26
[5] Michel Foucault: İktidarın Gözü, Seçme Yazılar, 3. Basım. İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s. 13.
[6] Foucault, age, s. 42-43.
[7] Foucault, age, s. 42-43.