Sevgili Uzaklar,
Ne kadar zayıf insanların arasında yaşıyoruz. Peki biz güçlü müyüz gerçekte? Elbette kendimiz güçlü sanarak omuzlarımızı hafif dik tutmaya özen göstererek geziniyoruz zayıflar dünyasında salınarak.
İnsanların çoğu kendi mesleki alanlarında dahi kendilerine güvenden uzaklar, kendilerini özgür hissetmiyorlar ve bir o kadar da zayıflar. Otorite olarak bilindikleri kendi mesleki alanlarındaki gelişmeleri izlemiyorlar, kendilerini geliştirmiyorlar. Bunun da tek bir nedeni var: Çünkü onlar, zaten her şeyi biliyorlar! Çünkü bu postmodern dünyada bir imaj, bir görüntü vermek yetiyor. Hele medyada da boy gösterirseniz, bu zayıf insanlar topluluğu size bir peygamber gibi tapınıyor.
Bir toplantı öncesinde son derece ünlü sık sık televizyon ekranlarında boy gösteren bir psikolog ile sohbet etmiştik. O sıralar psikolog bir kadının hayatını anlatan bir roman yazdığımdan, psikolojiye zaten varolan ilgim daha da artmıştı. Bu konuyla ilgili bir çok kitap okumuştum. Bu kitaplardan birisi de, Psikolojide Yeni Tartışmalar” adlı kitaptı. Psikolojide yeni sürülen tezlerle ilgili bu yaşlı psikologa bir şeyler sordum. Amacım bilgi gösterisi yapmak değildi, zaten böyle bir şeyi yapmaya kalkışmaz, tereciye tere satmazdım. Yaşlı psikolog önce benim bunları ne amaçla sorduğumu öğrenmeye çalışır gibi gözlerini kısarak dikkatlice beni inceledikten sonra, Anna Freud’dan söz etmeye başladı. Bana uzun uzun Anna Freud’un psikoloji biliminde ne kadar önemli olduğundan dem vurdu, ben de ona Anna Freud ile ilgili bir iki şey söyledim. Şaşırmıştı.
“Anna Freud’u nereden biliyorsunuz?” dedi.
Ben de onunla ilgili bazı kitaplar okuduğumu ve bu konuya özel ilgim olduğunu söyledim. Anlaşılmıştı ki bizim hazret, psikoloji biliminde, yani kendisinin otorite geçindiği bu daldaki yeni gelişmeleri izlemiyor, sermayeden yiyerek durumu idare ediyordu.
Daha sonra onu dinlemek üzere içeriye salona geçtik. Ünlü psikolog toplantı başlar başlamaz eline kendi yazdığı bir kitabı aldı ve salona baktı. Sonra elindeki kitabı bir o yana bir bu yana sallayarak sordu:
“Bakın bu kitabım 22 baskı yaptı. İçinizden kaç kişi bu kitabı okudu, el kaldırsın.”
Salonda herkes şaşkındı. Psikolog üsteledi ve salonda bazı eller çekinerek de olsa havaya kalktı. Bizimki lafı sözü yeniden alarak,
“Okumayanlar bu kitabı derhal okusunlar. Çocuk psikolojisi ile ilgili her sorunuzun yanıtını bu kitabımdan bulabilirsiniz. Hem sadece beş milyon lira. Bir düşünün muayenehaneme gelseniz dünyanın parası tutar. Yazık!”
Dudaklarında çürük malını satmaya çalışan pazarcının köylü kurnazı gülüşü vardı.
Psikolog sonra eminim ki her toplantısında söylediklerinin tıpkıbasımı sözleri alışkın bir ifade ve kuru bir ses tonuyla anlatmaya başladı. Batı psikolojisiyle ilgili bir şeyler söyledikten Doğu’da çocuğa yaklaşımlara geçti. Bu sırada yeniden salona sordu:
“Pearl S. Buck’un ‘Ana’ adlı romanını okuyan var mı?”
Salonda hiçbir el havaya kalkmadı. Bizim psikolog yılmamıştı. Birkaç kez daha sordu aynı soruyu. Kitabı ben okumuştum. Çin’de yaşayan bir Batılı kadının buradaki yıllarını anlattığı bir romandı. Yani bilindik Batılı gözüyle Doğu’ya bakış. Ama buna rağmen hoş bir kitap olduğunu hatırlıyordum. Adam bu kadar üsteleyince ben elimi kaldırdım. Beni gördü, ön sıralarda oturuyordum. Kıpkırmızı oldu,
“İşte bu kitap Doğu’da çocuğa nasıl yaklaşıldığını iyi ortaya koyar” dedi.
Ve keyifsiz bir yüz ifadesiyle konuyu hemen değiştirdi. Aslında bu kitapla ilgili çok şey söyleyeceğini, ama benim kitabımı okuduğumu öğrendiğinde bundan vazgeçtiğini o an hissetmiştim. Beni kendisini sıkıştırmaya gelmiş biri olarak düşünüyordu adamcağız galiba.
Sözü uzatmayayım, toplantının ikinci bölümünde, sorular sorulmaya başlandı. Benim de adamın söyledikleriyle ilgili birkaç sorum vardı. Ama elimi her kaldırdığımda, adam beni görmezden geliyor ve sözü başkasına veriyordu. Nihayetinde tam üç kez elimi kaldırmama karşın, bana söz hakkı vermedi. Sanki ben konuşursam, onun konuşmasıyla ilgili açıklarını dile getireceğimi düşünüyordu. Oysa amacım bu değildi, sadece bilgi almak amaçlı, onun zaten bildiğini tahmin ettiğim bir soru soracaktım. Onun bilmediğini düşündüğüm bir soruyu zaten asla sormazdım. Böylesi küçük yarışlardan oldum olası nefret etmişimdir. Toplantı bitti, dışarıya çıktık, adam kapının önünde biriken küçük bir topluluğa kartvizitini veriyor ve onları muayenehanesine beklediğini söylüyordu aceleyle. Küçük topluluk dağıldıktan sonra adama bakıyordum o da beni gördü, toplantı sırasında bana söz vermemiş olmanın utancıyla hafiften kızardı ve başıyla beni selamlayarak hızla çıkışa yöneldi.
Eğer bu insan kendisini uzaktan izleyebilseydi eğer, yine de aynı davranış biçimlerini gösterir miydi diye soruyorum kendi kendime. Ama bu soru anlamsız kalıyor çoğu insanın davranışlarına baktığımızda. Bazı insanlar kendilerine o derece uzaklar ki, bırakın kendileri hakkında en küçük bir fikir edinme yetisinden de mahrumlar. Örnekteki psikolog ise, bırakın başkalarının davranışlarını yorumlamayı, daha kendisinin davranışlarından habersiz bir görünüm çiziyor ve sermayeden yiyor sürekli. O pazarda çürük yumurtasını satmaya çalışan bir adamdan hiç de farklı değil.
Bu toplumda eğer herhangi bir alanda bir süre araştırma yaparsınız, o alanda uzman ve otorite olarak tanınan birisi ile rahatlıkla tartışabilirsiniz. Özellikle o alandaki dünyadaki yeni tartışmaları izlemeniz, o kişiyle tartışmanızda size üstünlük kazandıracaktır. Çünkü otorite olarak bilinen insanların çoğu kendi alanlarındaki gelişme ve yenilikleri takip etmiyorlar.
Sevgiyle kal.
Erol Anar
“Sen” başlıklı kitabımdan. Chiviyazıları Yayınevi, 2003, İstanbul, sayfa 83-86.