Klasik edebiyat düz yolda ilerlemiştir, ama Yeraltı Edebiyatı ara sokaklara, herkesin girmekten çekindiği karanlık sokaklara girer, oralarda ilerler korkusuzca.
Diğer yandan da postmodernizmin sanatın üzerindeki kutsallık örtüsünü çekip alması ve değer yargılarının değişmesi de rol oynamıştır. Elbette tüketim kapitalizminin geldiği boyutta bireyi, sıkıştırması, değersizleştirmesi ve yoksullaştırması da bireyin kendisini ifade edebileceği yeni biçimler aramasına neden olmuştur. Kapitalizmin getirdiği yaşam biçimine karşı ortaya çıkmış sanatsal arayışlardan birisi de Yeraltı Edebiyatı olmuştur. Yeraltı Edebiyatının anarşist bir yanı vardır bu anlamda.
Norveçli yazar Ingvar Ambjornsen’in “Beyaz Zenciler” kitabı da yeraltı edebiyatının anarşist isyancılığına örnek verilebilir.
Bu konuda kendisi şöyle diyor: “Beni Beyaz Zenciler ve Son Tilki Avı’nı yazmaya iten ‘70’li yıllarda yayımlanan kitaplar oldu. Bu kitaplar blöf doluydu. Uyuşturucu cehennemlerini anlatan uyduruk anı defterleri, filan. Her şeyin bombok çevreler olarak anlatıldığı bu kitaplar beni çok öfkelendiriyordu. İnsan her yerde insandır. İnsan bilmediği şeyleri yazmaya çalışmamalı. Ben bunları hem bildiğim, hem de takıntım olduğu için yazdım.” [1]
Yeraltı Edebiyatı’na dahil edilen bu yazarların çoğu kaybetmişliklerine, marjinalliklerine, kenara itilmişliklerine bir tepki olarak yazmışlardır. Bu yazarların bir kısmı da (Ambjornsen , Burrougs, Palahniuk … vb gibi) eşcinseldirler ve cinsel tercihlerinden dolayı uğradıkları baskı da yazmalarını tetikleyen unsurlardan birisi olmuştur.
Jack Kerouac’un “Yolda’ adlı kitabı ise, yalnızca otobiyografik bir roman deǧil, aynı zamanda bir dőnemin őyküsü. İnsanların “tekrar okumak için unutmak istediǧi” bir çalışma. Bu kitap, Willliam S. Burroughs, Allen Ginsberg’in yapıtlarıyla birlikte, efsanevi Beat kuşaǧının en önemli yapıtlarından birisi.
Modern Library (Modern Kütüphane) tarafından yapılan, “İngilizce dilinde yazılmış en iyi 100 yapıt” sıralamasında, “Yolda” 55inci sırada bulunur.
Kerouac, Beat kuşaǧının kurucusu. Eylemleri, aslında yalnızca edebiyatla sınırlı deǧildi. Yeni bir yaşam biçimi ile toplumsal geleneksel deǧerlere bir başkaldırı gerçekleştiriyorlardı. Beat kuşaǧı yazarları, edebiyatta yeni bir yol açarken, aynı zamanda ürettiklerini ve yazma biçemlerini, “Bu edebiyat deǧildir.” diye deǧerlendiren “otoriteleri” de tarihin çőplüǧüne atıyorlardı. Bugün kimse o eleştirmenlerin isimlerini bilmiyor, çoktan unutuldular.
Daha yeni kuşak yeraltı edebiyatı temsilcilerine gelirsek bunlardan en ünlülerinden birisi Chuck Palahniuk’tur. Palahniuk özellikle filme de çekilen “Dövüş Kulübü” başlıklı kitabın yazarı. O özellikle yaşadımız sahte gerçeklik ve imaj dünyası içindeki değerlerin özellikle de para, şöhret, saygınlık, güzellik gibi tüm önemli şeylerin anlamsızlığına vurgu yapar. Örneğin kitaplarından birisi olan “Gösteri Peygamberi’ başlıklı yapıtında, modern dünyanın ve tüketim toplumunun mantıksız bir deliliğe uzanan çılgın ruhuna yönelik kara bir humor üretiyor. Bu tüketim ruhunun içindeki ruhsuzluğu ve anlamsızlığı ortaya çıkarırken, aynı zamanda çağımızın imajlardan oluşan pop kültürüne yönelik da eleştirilerde bulunuyor. Palahniuk’un diğer kitaplarını da okudum. “Ölüm Pornosu” kitabı Türkiye’de toplatılmış ve yayınevi ile çevirmene dava açılmış.
“İster bir lekeyi temizliyor olun, ister bir balığı veya evi, düşünmek istediğiniz şey dünyayı düzeltiyor olduğunuzdur ama aslında yaptığınız, işlerin kötüleşmesine izin vermekten başka bir şey değildir. Daha çok ve daha hızlı çalışırsam bu kargaşaya bir son verebilirim diye düşünürsünüz; ama beş yıllık ömrü olan bir ampulü değiştirirken, ölmeden önce belki de en fazla ön kere daha bu ampulü değiştirme şansınız olacağını fark edersiniz. Zaman akıp gidiyor. Eskisi kadar enerjik de değilsiniz. Ağırlaşmaya başladınız. Teslim olmaya başladınız.”[1]
Bukowski: “Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları.”
Yeraltı edebiyatı aynı zamanda katı gerçeklerin gölgesinde giderek silikleşen bireyin düşkırıklıklarını anlatır. Amerikan rüyası saçmalığına artık inanamazlar “kaybedenler.” Çünkü böyle bir rüya yoktur en azından onlar için.
Yeraltı edebiyatında aynı zamanda “iyilerin” özelliklikleri değerleri de sorgulanır. Örneğin Bukowski’nin alter egosu Henry Chinaski’nin hiçbir dostu yoktur ve dostluğa inanmaz. Çünkü tek başınadır hayatta ve hiçbir destek görmemiştir kimseden. Kimseye güvenmez ayrıca. Çünkü bu insanlar hayatın dibine vurmuşlardır. Bukowski’nin, “O an içimden geçenleri yazıyorum.” dediği gibi, bir yönüyle spontan bir edebiyattır bu. Doğal, plansız, o an içinden geldiği gibi yazılan, herhangi bir otosansüre uğramayan düşüncelerdir.
Yeraltı edebiyatı denildiğinde ilk akla gelen isimlerden birisi olan Bukowski kendisini anlatırken aslında bir anlamda, Yeraltı Edebiyatı’nı da anlatmaktadır:
“Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinek kaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adı kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.”
Yeraltı edebiyatı işte bu nedenle “kaybedenlerin, marjinallerin, toplumun kıyısında yaşayanların hikâyeşidir. Yani bir anlamda, yüzyıllarca “hikayesi anlatılmaya değer bulunmayaların” hikâyeşidir.
Yakın arkadaşı aktör Sean Penn ile bir söyleşide Bukowski şiir ve şairler hakkında “Okulda çocukların hep şiirle alay ettiklerini görürdüm. Neden? Çünkü şiir zorlama bir üretim. Asırlarca züppece bir uğraş olarak kalmış. Fazla narin, fazla değerli. Aslına bakarsan pek çoğu süprüntüden ibaret. Belki Ezra Pound’dan ya da T.S. Eliot’tan bahsedebiliriz. Onlar da artık yoklar zaten. Şairler esas itibariyle kavga gürültü sevmeyen, yarı eşcinsel varlıklardır. Çizmelerini çıkarıp sokağa salsan, o şairlerin pembe popolarına saplağı indirirler. Ben evine giden fabrika işçisine bağırıp çağıran kadınları, günlük hayatın basit detaylarını yazarım şiirimde. Asırlardır dile getirilmemiş gerçekleri.” der.
Bukowski’nin bu sözleri edebiyatın ya da özelde şiirin nereden nereye geldiğini anlatıyor. Şiir yüzyıllarca, seçkinlerin öykülerini anlattı, onlara güzellemeler yazdı. O basit fabrika işçisinin öyküsü anlatılmaya değmezdi bu mantığa göre. Şair fildişi kulelerde yazıyordu şiirini ve neredeyse yaptığı ise kutsallık bahsediyordu. Sonra şiir gökyüzünden yeryüzüne indirildi ve sokağa çıktı, arka karanlık sokaklara girdi. Bunda Bukowski’nin ve Yeraltı Edebiyatı ürünlerinin büyük payı vardır.
Karşı kültür öyküleri
Yeraltı edebiyatı denilince, aslında bu edebiyat türünün içine girebilecek geniş biçimde ele alındığında çok yapıt olduğunu görebiliriz.
Modern edebiyat öncesinde mitoloji, tarih ve efsanelere, mitlere baktığımızda bütün bunların güçlülere, tanrılara, kahramanlara, idollere güzellemelerle dolu olduğunu görebiliriz. Modern edebiyat ile de bu gelenek devam etmiştir. Romanların kahramanları “iyi, güçlü” insanlardır. Ve sonuçta hep kazanırlar. Ancak kapitalizmin yükselmesi ve giderek postmodern dünyada yaşayan bireyin kendisine ve topluma yabancılaşması, değersizleşmesi ve şeyleşmesi sonucu birey bu dünyada artık sıkışmış ve kendisini ifade edecek yeni biçimlerin arayışına girmiştir. İşte yeraltı edebiyatı modern edebiyatın postmodern bir arayışa yöneldiği kesişme noktasıdır bence bu anlamda. Artık güçsüzlerin, kaybedenlerin, anti kahramanların karşı kültür öyküleri de anlatılmaktadır.
Dil ise, olduğu gibi, kullanıldığı gibi ele alınmaktadır. Gramerden, imla kurallarından çok yaşayan bir organizma olarak ele alındığı için dil de dönüşmüştür bu edebiyat türünde. Argoyu kapsar, hatta büyük oranda ondan oluşur.
“Yeraltı edebiyatının bir alt sınıfı kabul edilen kült için sadık bir fan kitlesine hitap eden, ele aldığı farklı konuları, yaratıcı üslupları ile ayrışmış bir ekol diyebiliriz. Marjinalliğini bir tarafa bırakacak olursak kült eserlerin de tüm sanat dallarında olduğu gibi kalitelileri de var, süprüntüleri de. Kült tanımını zihinlerde somutlaştırmak amacıyla, size oldukça tanıdık gelecek dört eseri sıralamak isterim. J. D Salinger’in tek romanı Çavdar Tarlasında Çocuklar (1951). Joseph Heller’in satırık başyapıtı Madde-22 (1961). Syliva Plath’in tek romanı Sırça Fanus (1963). Ve Kürt Vonnegut’ün hâlâ tartışılan eseri Mezbaha-5 (1969).” [2]
Kurt Vonnegut, “Mezbaha” adlı yapıtıyla Amerikan edebiyatının önemli yazarlarından birisi olarak anılmaya başlandı.
Lynn Crosbie ise Kanadalı bir şair olaraİk tanınır. “Bu Gerçek Br Hikâyedir” diye başladığı “Dün Gece Nerede Uyudun” başlıklı kitabında şöyle der:
“Elinizde deliler gibi âşık olan iki şapşal hakkında bir hikâye var. Uyuşturucuya, müziğe ve birbirlerine mecnunlar. Uyuşturucudan uzak durup doğru bir yolda yürümeyi denediler, denedik. Fakat elimizi neye attıysak mahvettik. Ve sonunda iki kişi öldü. Her şeye rağmen, o ya da bu şekilde etle tırnak gibiydik. Gerçi, önceleri sadece ben vardım ve daha sade, daha rafine cefalar söz konusuydu.”[3]
Nasıl görsel sanatlarda Marcel Duchamp, kutsal ikon haline dönüştürülen sanat yapıtlarına, (Örneğin Mona Lisa) onların kutsallıklarıyla alay ederek yaklaşmış ve sanatta bir devrime öncülük eden sanatçılardan birisi olmuşsa, yeraltı edebiyatı yazarları da kutsal bir ikon haline dönüştürülmüş klasik edebiyat anlayışı ve edebiyatçıların anlayışlarına bir saldırı gerçekleştirmişlerdir. Edebiyatın protagonisti haline gelmemiş olan, “kaybedenleri” oyuna sokma çabasıdır. Dayatılan kural ve edebi tabuların kırılışının da bir öyküsüdür aynı zamanda. Lanetlilerin edebiyat sahnesine girişidir yeraltı edebiyatı. Yeraltı edebiyatı bir anlamda Duchamp’in “ready-made”lerine benzer. Çok fazla kurgu ve ince tasarım yoktur, hayatı olduğu gibi sert bir biçimde dile getirir: Küfürleriyle, uyuşturucu bağımlılarıyla, haydutlarıyla, kuralsızlarıyla… Klasik edebiyat düz yolda ilerlemiştir, ama Yeraltı Edebiyatı ara sokaklara, herkesin girmekten çekindiği karanlık sokaklara girer, oralarda ilerler korkusuzca.
Yeraltı edebiyatı anarşisttir
Yeraltı edebiyatının anarşizm ile bir bağı vardır. Var olan sistemin değerlerini, sistemin ahlaksız ahlakını, erdemsiz erdemini reddedenlerin dünyasıdır bu. Sistemin tükettiği ve giderek küçülttüğü bireyin, aslında bireylikten bile çıkarılmış şey’leştirilmiş küçük insanın tükenişi anlatırken, sisteme ve onun değerlerine bir başkaldırı ve reddediştir bu aynı zamanda.
Yeraltı edebiyatının yazarları, belirli bir ideolojiyi önermezler, ancak özünde anarşist bir yönleri vardır. Arka sokaklarda, varoşlarda, toplumun kıyısında yaşayan ve her şeyi reddeden sıradan insanların sıradan öyküleridir anlatılan. Ama bu bireyci bir anarşizm anlayışıdır, toplumsalcı değil.
Erol Anar
Paraná
Sürecek…
Dipnotlar
[1] Chuck Palahniuk: Gösteri Peygamberi”, Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım: 2002, İstanbul, s. 248.
[1] Ingvar Ambjornsen: “Beyaz Zenciler”, Ayrıntı Yayınları, 10. Basım, 2014, İstanbul, s. 2.
[2] “Chuck Palahniuk: “Yeraltı” edebiyatının ‘yerüstü’ kralı”, http://www.edebiyathaber.net
[3] Lynn Crosbie: “Dun Gece Nerede Uyudun?”, Birinci Basım: Ekim 2016, Ayrinti Yayinlari, Istanbul, s. 13.