Yeniden Darbe Günlerine mi Döndük?

Yeniden Darbe Günlerine mi Döndük?

13 Eylül 1980.

Samsun’un Havza İlçesi’ndeki evimizin ikinci kat penceresinden aşağıya kapımızın önüne bakıyorum. Kapının önünde yaklaşık otuz asker ellerinde silahlarıyla çatışmaya hazır bir şekilde bekliyor, ayrıca polisler de var.

Ben o zamanlar 13-14 yaşlarındayım. Bir ağabeyim kaçak, Yeni Çeltek Dev-Yol davasından aranıyor. Onu aramaya gelmişler bizim eve. Annem onlarla, ağlamadan vakur bir şekilde konuşuyor. Rütbeli asker ve polisler tehditler savuruyorlar ve en sonunda kaçak olan ağabeyimin yerine, en büyük ağabeyimi götürmeye karar veriyorlar. Halbuki onun siyaset ile hiç ilgisi yok, işinde gücünde bir insan. Askerler onu götürürken yine evimizin penceresinden ağzımda bir demir tadıyla izliyorum.

Daha sonra aynı gün Memduhiye Çerkes mahallesindeki kuzenimin evinin de basıldığını ve onu bulamayınca babasını, Selahattin dayıyı aldıklarını öğreniyorum. Ayrıca aranan kuzenimin kapıyı açan kızkardeşinin kulak zarı askerler tarafından atılan tokatla patlatılıyor. Aranan ağabeyimin yerine gözaltına alınan büyük ağabeyim ile Selahattin dayı günlerce nezarethanede gözaltında tutuluyor ve işkence görüyorlar. Askerler, “Arananlar gelsin, sizi bırakalım.” diyorlar.

 

Cehenneme hoş geldiniz!..

İşte birkaç gün önce İstanbul’da üniversiteli öğrencilere yönelik bir gözaltı operasyonu sırasında, aranan kişiyi bulamayınca polislerin onun kardeşini gözaltına aldıklarını öğrendim. O an bütün bunlar siyah beyaz bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti ve şöyle mırıldandım kendi kendime: “Cehenneme hoş geldiniz!”

Hukuk devletinde “suç” bireyseldir, dolayısıyla sadece onu işlediği iddia edilen kişi bundan sorumludur.  Eğer aranan kişi yerine onun yakınları gözaltına alınıyorsa, bu durumun darbe koşullarından bir farkı yoktur.

Siyasal iktidar, tam bir cadı avına çıkmış durumda, herkesin sesi kesilmeye, susturulmaya çalışıyor. Gözaltına alınıyor insanlar, en temel demokratik hakları için gösteri yapmak isteyen insanlara biber gazı ve coplarla müdahale ediliyor. Ȍğrenciler, avukatlar gözaltına alınıyor. Legal bir kurum olan Halkevleri üyelerine “illegal örgüt üyesi” muamelesi yapılarak evlerine baskınlar düzenleniyor.

 

Muhalefetin görevi demokratik olarak hükümeti düşürmektir

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş önceki günkü demecinde, şöyle diyor: “”Hepimiz çok iyi biliyoruz ki şu anda AKP hükümeti üzerinde bir darbe tehdidi yoktur. AKP hükümeti şu anda olası bir darbe kaygısı üzerine bu baskı sistemini kurmuyor. Bir halk muhalefeti yükseliyor. İnsanlar AKP’ye karşıdır. AKP’nin politikalarına karşıdır. Bu insanların en doğal hakkıdır. AKP hükümetinin düşmesini istemesi, parlamentodaki muhalefetin asli görevidir. Ama ne yazık ki bugün insanlar hükümeti düşürme, hükümeti devirme suçlamasıyla karşı karşıya kalıp gözaltına alınıyorlar. Tutuklanıyorlar.” (http://www.ntvmsnbc.com/id/25455509/)

Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti ise, tüm dünyaca görülen bu vahim tablo altında, Türkiye’yi hâlâ bir ifade özgürlüğü cenneti olarak gösteriyor. Erdoğan’a göre, “Hapiste yazdıklarından dolayı gazeteci yokmuş.” Muhalefetin ifade özgürlüğü güvence altındaymış.

Peki şu bilgiye ne diyeceksiniz?

Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü, bugün (19 Aralık) yayımladığı 2012 Bilançosu’nda hapisteki 42 gazeteci ve 4 çalışanıyla Türkiye’nin “dünyanın en büyük cezaevi” haline geldiğini bildirdi. (http://www.gazeteciler.com/gundem/turkiyede-cezaevinde-kac-gazeteci-var-60246h.html) Bu sayı inceleme altında olan dosyalarla birlikte 74’e çıkıyor.

Haydi bunların bir kısmını “gazetecilik faaaliyetlerinden dolayi hapiste değildir.” diye kategorize ediyorsunuz, ancak bu listenin en azından büyük çoğunluğu gazetecilik faaliyetlerinden dolayı içeridedir.

Ahmet Altan, gazetecilik faaliyeti dolayısıyla ceza almadı mı?  Altan’ın Roboski katliamından dolayı Başbakan’ı eleştirdiği için ceza alması da, “hukuk devleti”nde yeri olmayan bir uygulamadır.

Ya KCK davasına ne demeli, hapisteki seçilmiş milletvekillerine, belediye başkanlarına? Onlardan söz eden var mı? “Barış yapıyoruz.” diyen hükümet neden en küçük bir adım atmaktan çekiniyor?

 

Bazı aydınlar neden halk muhalefetinden rahatsızlar?

Gittikçe otoriterleşen, eleştiriye tahammülsüz, muhaliflerini şiddetle bastırmaya çalışan, herşeyi güllük gülistanlıkmış gibi gösteren bir hükümet ile karşı karşıyayız. Her gün “hukuk devleti”ne aykırı yüzlerce gelişme yaşanıyor, ama nedense bazı “aydınlar” bunları dile getirmek yerine ya susuyor, ya da zaten mağdur olmuş insanları tek yanlı olarak eleştiriyorlar. Elbette eleştirilmeyecek hiç kimse yoktur. Ama en azından bunu yaparken hükümeti de eleştirseler…

Muhalefet etmek ve demokratik gösteri yapmak insanların temel hakkıdır. Bu temel hakkın kullanımından neden rahatsız olunuyor? Bu konuda eleştiri yapılacaksa, sadece temel haklarını kullanan insanlar değil, en azından onları engelleyen ve baskı kuran hükümet de eleştirilmelidir asıl olarak. Mısır’da darbeyi protesto eden insanlar “demokrasi kahramanı”, ama Türkiye’de otoriter hükümeti protesto eden insanlar “darbeci” olmuyor mu hükümete göre? Bazı Kürt siyasetçiler de bu konuyu aynen bu şekilde, hükümet gibi değerlendirdiler.

“Tencere tava çalanları yargıya siz taşıyın.” diyor Başbakan. Oysa tencere tava çalmak bir şiddet eylemi değil, bir protesto biçimidir. Arjantin’de ve dünyanın bazı ülkelerinde bu protesto biçimi görülür. Yargı mensupları da bunun suç olmadığını açıkladılar. Başbakan ayrıca, “polise şiddet uygularken birkaç gösterici oldu.” diyor. Kimin kime şiddet uyguladığını CNN International yayınlarından tüm dünya gördü.

Asıl ilginç olan bazı liberal  “aydınların” hükümet gibi bu gösterilerden rahatsız olmaları ve göstericileri “evlerine dönmeye” davet etmeleridir. Neden böyle birşeye gerek duyuluyor? İnsanlar evcil tavuklar değiller, siz istediniz diye sokağa çıksın ya da evlerine dönsünler. Ben kişisel olarak bu insanlara, “sokağa çıkın direnin.” ya da “evinize dönüp oturun.”deme hakkını kendimde göremem. İsteyen istediği zaman gösteri yapmakda özgürdür, istemeyen de yapmaz.

Bu insanlar sokağa silahlarıyla, tanklarıyla, toplarıyla darbe yapmak için çıkmıyorlar. Kuşkusuz bunların içinde çok küçük bir kesim darbe arzusu içinde olmuş olabilir. Ama gostericiler arasında yapılan araştırmalarda darbe isteyenlerin oranı çok düşük.

Gerçekte ortada bir darbe var, o da hükümetin muhaliflerine orantısız şiddetle davranarak onların gösteri ve muhalefet özgürlüklerini engelleyerek hukuka ve demokrasiye yaptığı darbe.

Ayrıca göstericiler, silahsız, pankartları ve ellerindeki dövizleriyle meydanlara çıkıyorlar. “İzin almadınız, burada gösteri yapamazsınız.” gibi gerekçelerle, bu insanlara haftalardır polis şiddeti ile müdahale ediliyor. Oysa, gösteri yapmak için izin almaya gerek yoktur, bu yazıldı ve çizildi,  herhangi bir yerde barışçıl bir gösteri yapılabilir. Diğer yandan kim silahsız göstericinin kafasına yakın mesafeden tabanca ile ateş etti, kim bu insanlari vahşice sopalarla doverek oldurdu? Yoksa bu “aydınlar” da,  hükümet gibi, “doğru yolunda giden insana polis biber gazı sıkmaz.” mı diyecekler?

İnsanların demokratik istemleri neden bazı aydınları rahatsız ediyor? Bu bir inatlaşma değil, bir halk muhalefeti, bunun anlaşılması gerekiyor. Kimsenin “mücadele bülteni” istediği yok, insanlar sadece gerçekleri istiyorlar; yanlış bilgilerle yanlış varsayımlarla yapılmış altıbos eleştiriler değil. Gazeteci tüm tarafları dinler, araştırır ve ondan sonra hüküm verir, ya da boyle yapmalıdır en azından.

Evet haydi hükümet gösterilerden rahatsız oluyor, ama kendisine aydınım diyen insanlar neden aynı noktadalar? Göstericiler “Taş atıyor, şiddet uyguluyorlar.” deniliyor, evet bu tür olaylar da yaşanıyor. Ama siz bir  insana en doğal özgürlüğünü çok görürseniz, adım attığında coplarla biber gazıyla her gün müdahale ederseniz, bu tür olaylar da yaşanır istenmese de.  Eğer hükümet polis şiddeti ile müdahale etmezse, gösterilerde en küçük bir şiddet olayı da yaşanmayacaktı.

Erol Anar

2013

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!