Yeraltı edebiyatı, bireyin tüketim toplumu içindeki sıkışmışlığını, zavallılığını hiç süslemeden, değiştirmeden olduğu gibi o katı gerçekliği içinde birebir yansıtır. Hayat katıdır, acımasızdır ve toplum, sistem, bireyi bir silindir gibi ezip geçer.
“Asilerin, kaybedenlerin, hayal perestlerin, küfürbazların, günahkârların, beyaz zencilerin, aşağı tırmananların, yola çıkmaktan çekinmeyenlerin, uçurumdan atlayanların sesidir Yeraltı Edebiyatı.”[i]
Yukarıdaki tanım doğrudur bence de. Yeraltı edebiyatı, kapitalist sistemde kaybedenlerin (losers) edebiyatıdır her şeyden önce. Varoşlardaki işsiz ayyaşların, hırsızların, uğursuzların, arka sokaklarda geceleri çalışan “fahişelerin”, uyuşturucu bağımlılarının, “suçluların”, eşcinsellerin ve sokaklarda yaşayan evsizlerin hikâyesidir bu. Yani tabuların gölgesinde ve toplumun kıyısında uçurum kenarında yaşayanların öyküsüdür. Uçurum insanlarının hazin, umutsuz ve katı bir gerçekliǧin boğduğu, anlatılmayan “küçük insanların”hikâyesidir.
Gotik edebiyat
Yeraltı etkilerinin 18. yüzyıldan itibaren Gotik Edebiyat ile edebiyat sahasına yansımaya başladığı bilinmektedir. Gotik Edebiyat, insanın en temel ve ilkel duygularından biri olan korkuya dayanmaktadır. Korku ve kötülük, yeraltı kültürünün vazgeçilmez iki öğesi konumundadır. Bu anlamda yeraltı edebiyatının kökenleri gotik edebiyat ürünlerini de kapsar.
Kötülük ve iyilik kavramlarını bu anlamda Dostoyevski de sorgulamıştır. Onun ‘Yeraltından Notlar’ başlıklı kitabı da bu anlamda yeraltı edebiyatının içinde sayılabilir. İyi ve kötü insanlardan oluşmaz toplum, hepimiz bazen iyi, bazen de kötüyüzdür, içimizde aynı anda bu iki duyguyu barındırırız. İçinde yaşadığımız koşullar da “iyi” ve “kötü”yü belirler çoğu zaman. İşte Dostoyevski’nin kitapları bu gerçeği ortaya koymuştur. Gotik edebiyatta da bu böyledir. İyilik kötülüğün karşıtı değil, onunla yan yana, hatta iç içe yaşayan bir biçimdir aslında. “Kötü” olarak nitelenen birisi, bir anda “iyi” olarak nitelenenden çok daha derin bir ruhsal cevher barındırabilir ve bu bir an gelir ki açığa çıkar.
Gotik edebiyatın en ünlü yapıtları arasında şu yapıtlar sayılabilir:
The History of the Caliph Vathek (Halife Vathek’in Tarihi), (1786) by William Thomas Beckford,
The Monk (1796) by Mathew Lewis
Frankenstein (1818) by Mary Shelley
Melmoth the Wanderer (Serseri Melmoth), (1820) by Charles Maturin
Salathiel the İmmortal (Olumsuz Salathiel), (1828) by George Croly
The Hunchback of Notre-Dame (Notr-Dame”ın Kamburu), (1831) by Victor Hugo
Varney the Vampire; or, the Feast of Blood (Kanlı Şölen), (1847) by James Malcolm Rymer
The Fall of the House of Usher (Usher’in Evinin Çöküşü)
(1839) by Edgar Allan Poe
The Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde (Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’in Tuhaf Hikâyesi
(1886) by Robert Louis Stevenson
Dracula (1897) by Bram Stoker
Bu gotik edebiyat ürünleri arasında özellikle Bram Stoker’in “Drakula”sı ünlüdür ve birçok kez filme çekilmiştir.
Yeraltı edebiyatı, lafı dolaştırmadan anlatma edebiyatıdır
Marquez de Sade’ye kadar uzanan bir edebiyat türüdür. Sade’nin özellikle “Yatak Odasında Felsefe” başlıklı kitabı okuduğum kitapların içinde, din, cinsellik, toplumsal değerler vb… her türlü tabuyu lafı dolaştırmadan doğrudan etkisiz hale getiren bir kitaptı. Yine “Juliette Erdemsizliğe Övgü” de Sade’nin önemli yapıtlarından birisidir aynı şekilde. Bir kitaptan çok bir saatli bomba diyebilirim, her an beyninizde patlayabilir.
Şöyle der “Yatak Odasında Felsefe” adlı kitabın bir yerinde:
“Ah! Erdemi bir yana bırak Eugenie! Bu sahte tanrısallıklar için feda edilebilecek tek bir şey var mıdır ki erdemi hiçe sayarak tadılan zevklerin tek bir dakikasına değsin? Bırakın bunları. Erdem bir kuruntudan ibarettir, erdeme ibadet etmek sürekli fedakârlık demektir, mizacımızın esinlerine karşı sayısız isyanı gerektirir. Bu tür hareketler doğal olabilir mi? Doğa kendi ihlalini öğütler mi hiç?”[ii]
Yeraltı edebiyatında içerik olduğu gibi biçim de özgürleşmiştir. Dil kendi kurallarına göre değil, yazarın kendi istediği biçimde ele alınabilir. Örneğin imla kurallarına dikkat edilmeyebilir. Tam bir özgürlük vardır edebi yapıt oluştururken. Yeraltı edebiyatı, konu bakımından özgürdür, tabu konuları korkusuzca ve yalınlıkla ele alabilir: cinsellik gibi.
Yeraltı edebiyatı yıllarca edebiyatın bir türü olarak görülmedi ve kendisini kabul ettirene kadar uzun süre geçti. Kökleri daha eskilere dayanmasına karşın, aslında yeraltı edebiyatının edebiyatın bir türü olarak kabul edilmesi 60’lı yılların özgürlükçü ortamının ürünüdür. Özellikle hippiler, Kerouac ve arkadaşlarının yapıtlarını okuyorlardı. Yine de yapıtları yeraltı edebiyatı içinde değerlendirilen birçok tanınmış yazar -Ingvar Ambjornsen gibi- ilk kitaplarını yayınlamakta çok zorlandı.
Beat Kuşaǧı
Sanatta otorite ve kural olmaz. Eǧer ölçü koyarsanız, “sizin sanatçı olarak nitelemediǧiniz” bir sanatçı, gelir o ölçüyü yıkar. Otorite demek, tutuculuk demektir. Otorite geçmişin ve günün kurallarıyla hareket eder. Oysa sanat geleceǧi kurgulamaya ve deǧiştirmeye yönelik bir eylemdir. Sanat, her saniye kendini yenileyen ve kendi içinde metomorfoz patlamalarla beslenen bir aktivitedir. Neyin sanat olup olmadıǧına karar verecek olan tek gerçek otorite zamandır.
Sanat, dış dünyadan ve toplumsal gelişmelerden baǧımsız deǧildir. Beat kuşaǧı da, 1950’lerden başlayarak 1960’lı yıllarda giderek etkisini arttırıyordu. Budizm giderek popüler oluyor, hippilik yayılıyor ve sosyal politik hareketler ortaya çıkıyordu. Cinsel özgürlük de yaygınlaşıyordu, özelllikle Beat kuşaǧı yazarlarının bazıları homoseksüel ya da biseksüel idi. Kerouac, bu ortamdan beslenerek yapıtlarını yazdı. Aslında sadece yazmadı, onları yaşadı ve yaşadıǧı sırada kaleme aldı.
Onlar, edebiyatta, sanatta ya da hayatta, tek bir yol olmadıǧını, ve sınırsız yollar açılabileceǧini kanıtladılar. Bu edebiyatta, devrim niteliginde bir patlamaydı. Aynı zamanda postmodern edebiyata giden yolu da açtılar.
Yeraltı edebiyatının bir devi de Jack Kerouac ve Alan Ginsberg ile birlikte Beat akımını başlatanlardan birisi olarak tanınan Amerikalı yazar William S. Burrougs’dur. Daha çok otobiyografik tarzda yazan ve eşcinsel olduğunu saklamayan postmodern bir yazar olan Burrougs’un en son Çıplak Şölen (Naked Lunch) başlıklı kitabını okudum. Oysa Burrougs’un bir yazar olarak böyle bir amacı yoktu, içinde yaşadığı dünyayı yazıyordu yalnızca. Aslında “ahlâksızlığı yücelten, ona teşvik eden” sistemdir, yani kapitalizm. Amerikan Beat Kuşağı yazarlarının en iyi üç yazarından birisi olarak görülen William S. Burroughs’nun kendine özgü bir yazın biçemi var. Burroughs, Harvard Üniversitesi mezunu, eşcinsel bir yazar, kimliǧini gizlememiş. Aynı zamanda bir uyuşturucu bağımlısı. Yazılarındaki ayırt edici özelliği kolaj (cut up) tekniğini kullanması. Böylece okurken birçok konuda da özellikle yeraltı kültürleri ve argosu konusunda birçok şey öğreniyorsunuz. Kitapta dediğim gibi s.kişten, uyuşturucu kullanımından ve argodan başka bir şey yok gibi görünüyor, ama yine de alttan alta iktidara yönelik bir başkaldırı, eleştiri var. İktidara, topluma, medyaya, holdinglere, tabulara ve her şeye başkaldırı bu.
Kitabın isim babası ise Jack Kerouac. Burroughs, onlarca yıl yazar sayılmayan, aşağılanan ama şimdi Amerikan yeraltı edebiyatının ve kültürünün önemli temsilcilerinden olarak görülen yazarlardandır. Yazarın anarşist bir yanı vardır, herkese ve her şeye karşı çıkarken. Bu kitap, Beat Kuşağı’nın kutsal kitabı olarak da nitelenir. Aynı kitap, Time dergisince, “1923’ten 2005’e kadar İngilizce dilinde yazılmış en iyi 100 kitap” arasında görülmüştür.
Burroughs ise şöyle diyor: “Junk, ‘kötü’ virüsün temel formülüne dayanır: Gereksinimin Cebiri. ‘Kötü’nün yüzü her zaman mutlak gereksinmenin yüzüdür. Bir uyuşturucu düşkünü, uyuşturucuya mutlak gereksinim duyan bir adamdır. Belirli bir sıklık aşıldığında, gereksinim kesinlikle hiçbir sınır ya da kontrol tanımaz. Mutlak gereksinim sözleriyle: ‘Yapmaz mıydın?’ Evet, yaparsın. Yalan söylersin, kandırırsın, arkadaşlarını ispiyon edersin, çalarsın, mutlak gereksinimi doyurmak için her şeyi yaparsın. Çünkü mutlak hastalık, mutlak mülkiyet durumundasındır ve başka bir biçimde hareket etme hakkın yoktur. Uyuşturucu düşkünleri, yaptıklarının dışında hareket edemeyecek hasta insanlardır. Kuduz köpeğin ısırmaktan başka seçeneği yoktur. Amacınız junk virüsünü etkin tutmak olmadığında, kendini üstün görme konumunu üstlenmenin amaca hiçbir faydası yoktur. Ve junk büyük bir sanayidir.”[iii]
Jack Kerouac, Burroughs’u, Jonathan Swift’den bu yana “en büyük hiciv yazarı” olarak adlandırdı. J. G. Ballard, Burroughs’u “İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ortaya çıkan en önemli yazar” olarak nitelendirirken, Norman Mailer onu “dehanın hükmettiği tek Amerikalı yazar” olarak ilan etti. [iv]
Bazı eleştirmenler tarafından Beat kuşaǧı şairlerinden birisi olarak tanımlanan Charles Bukowski, kendisini bu tanımlamaya pek uygun görmüyordu. “Pis moruk” Bukowski, Kerouac’ı da pek sevmezdi. Zaten Bukowski birkaç yazar hariç kimseyi sevmezdi. “Benim tanrımdı.” dediǧi John Fante’yi severdi. Özellikle onun en önemli yapıtı, “Ask the Dust (Toza Sor)”a toz kondurmazdı. John Fante, kendi oǧluna göre ise, pek de matah bir adam deǧildi. Oǧul Fante’nin babasıyla ilgili olarak yayınladıǧı kitabın adı şöyle: A Family’s Legacy of Writing, Drinking and Surviving, Harper Perennial.
Kerouac, kitaplarının bazılarını uyuşturucu kullanarak yazıyordu. O dönemde uyuşturucu kullanmak (özellikle esrar) bir başkaldırı biçimiydi aynı zamanda. Postmodern edebiyatı da etkiledi. Özellikle Tom Robbins’i. Yıllar önce Robbins”in “Parfümün Dansı” adlı kitabını okuyunca edebiyatın ne kadar sınırsız yol ve biçemlere, olanaklara sahip olduǧuna bir kez daha tanık olmuştum. Beat kuşaǧından Willliam S. Burroughs da postmodern edebiyat içinde tanımlanan bir yazar.
Kerouac’ın etkilendiǧi yazarların başında, 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının büyük romancılarından olan Thomas Wolfe gelir. Ayrıca Marcel Proust ile James Joyce’tan da bir ölçüde etkilenmişti. Caz müziǧinden ve Budizmden de etkilenmeye başladı sonraları.
“Yolda” 1957 yılında yayınlandı ve savaştan sonra gençlik üzerinde büyük etki bıraktı. Kitapta, Kerouac’ın yakın arkadaş çevresiyle ABD’yi bir baştan bir başa dolaşması öykü edilir.
“Yolda” kitabında, Beat kuşaǧının ana düşüncelerinden birisi olan hayata inanma ve onu anlamlandırma özlemi yoǧun olarak hissedilir. Kitabın etkileri sadece edebiyat dünyası ile sınırlı kalmadı, müzik ve sinema dünyalarını da etkiledi. Bob Dylan’dan Jim Morrison’a kadar birçok ünlü müzisyen romandan etkilendi.
Allen Ginsberg ise, Jack Kerouac ve William S. Burrougs ile birlikte Beat kuşağının en büyük üç devinden birisidir. Ginsberg, Beat Kuşağı üyelerinin en politik şairlerinden birisidir. Cinselliği ve aşkı yücelten bir tarzı vardır. Kendisini “Howl and Other Poems” adlı yapıtıyla ebebiyat dünyasına kabul ettirmiştir. Yeraltı edebiyatının geçmiş geçmiş en büyük isimlerinden birisidir. Allen Ginsberg’in, Houston, 24 Nisan 1968 tarihli bir şiiri şöyle:
‘Göt öpmek Barış’ın bi parçası
Dünya Ana’nın Götünü Öpmek zorunda kalacak Amerika
Beyazlar Götünü Öpmeli Siyahların, Barış Uğruna, Haz Uğruna,
Tek Yol var Barış’a
Tek Yol Göt Öpmek’ [v]
Sürecek…
Erol Anar
[i] Ayrıntı Yayınları’nın Yeraltı Edebiyatı Dizisi’nin sloganı.
[ii] Marquez de Sade: “Yatak Odasında Felsefe”, Ayrıntı Yayınları, s. 35.
[iii] William S. Burrougs: “Çıplak Şölen”, Versus Yayınları, 2010, İstanbul, 384 sayfa.
[iv] Naked Lunch: The Restored Text, Harper Perennial Modern Classics (2005). It includes an introduction by J. G. Ballard and an appendix of biography and reference to further reading: “About the author”, “About the book” and “Read on”.
[v] Allen Ginsberg: “Kuşbakışı”, Şehir Yayınları, Kasım 1991, İstanbul, s. 67
Vikipedi.