Sokrates’in Bastonu (I)

Sokrates’in Bastonu (I)

Eski Yunan’da Sokrates bazen sokakta yürürken, karşıdan gelen herhangi bir kişiyi bastonuyla gőstererek “Sen kimsin?” diye sorarmış. O kişi,“Ben filancayım.” dediğinde de Sokrates sormaya devam edermiş: “Sen kimsin?” Bunun üzerine kişi “Ben şuyum, buyum.” diyerek kendisini tanımlama çabaları içine girermiş. Fakat ne yanıt verirse versin Sokrates bir türlü tatmin olmaz ve son olarak, “Sen kimsin?” dedikten sonra, bastonuyla yürüyüp oradan uzaklaşırmış.

İnsanın aidiyet hissedebileceği dinsel, ulusal, etnik, dilsel, kurumsal,  ve daha başka kaç kimliği vardır?

Her durumda insanın birden çok kimliği vardır ve bu kimliklerin sıralaması őnem taşır. Ve bu sıralama da zamana ve mekâna gőre değişebilir. “Ben” denilen őznenin içini doldurmak için kişinin kendisini tanımlaması gerekir. Bunun için de kişi kendisine “Ben kimim?” diye sorar. İnsanlık binlerce yıldır bu sorunun yanıtını aramaktadır. Sokrates’ten ve daha őncesinden bugüne sorulan bu sorunun yanıtlarının psikolojik, felsefi ve sosyolojik boyutları vardır.

Bir birey olarak “ben kimim” sorusuna verdiğimiz yanıt, toplumdaki yerimizi ve ikili ilişkilerimizi belirler. Gün gelir her insan geldiği yeri, köklerini araştırır ya da en azından merak eder.  Krishnamurti ise, “Ben kimim?” sorusu yerine, “Ben neyim” sorusunu daha doǧru bulur.

İnsanın dünyaya bakışını ve davranışlarını belirleyen ideoloji de bir kimliktir Her insanın bir ideolojisinin yanısıra, kurumsal, kültürel ve sosyal kimlikleri de vardır.

Amin Maalouf, “Őlümcül Kimlikler” adlı kitabında güzel tespit ve sosyolojik analizler yapıyor.

 “Kimileri için ulus, kimileri içinse din ya da sınıf. İnançlarının tehdit altında olduğunu hisseden insanlar arasında bütün kimliklerini özetler gibi görünen şey dinsel aidiyet oluyor. Ama tehdit altında olan ana dilleri ve etnik gruplarıysa, o zaman dindaşları ile kıyasıya savaşıyorlar.”[1]

Buradan yola çıkarsak, baskı altındaki kimliğin, her zaman insanlar için daha őnemli hale geldiğini sőyleyebiliriz. İnsanlık tarihi aslında belki de savaşlardan ve çatışmalardan ibaret. Din, başkalarını kendisine benzetme ya da kendisinin daha üstün olduğunu kanıtlama, diğerleri üzerinde egemen olma, herşeye sahip olma isteği ve daha başka nedenler bu savaşlara yol açmış.

Maalouf, Habertürk ile yaptığı sőyleşide, Osmanlı İmparatorluğu’nun daǧılmasını facia olarak niteliyor ve şőyle diyor:

“Bu parçalanmadan Türkiye iyi sıyrıldı çünkü Atatürk’ü vardı. Atatürk gerçek bir devlet kurdu, ülkeyi modernleştirdi…  Ama imparatorluğun geri kalanında yaşananlar bir faciaydı. Hâlâ pek çok problem çözülmedi, hâlâ gerçek devletler, milletler kurulamadı, hâlâ Yakındoğu I. Dünya Savaşı’nın sonundan beri kendini arıyor ama bulamıyor ve burası aynı zamanda gezegende en büyük çatışmaların yaşandığı yer.”[2]

Maalouf acaba neden şu soruyu sormuyor: Osmanlı’nın başkalarının topraklarında ne işi vardı? Asıl facia, Osmanlı ordularının Arapların topraklarını işgal ederek, onları öldürmesi ya da tutsaklaştırması değil midir?  Toprakları işgal edilen halkların savaşarak kendi ulus devletlerini kurmaları neden faciaya yol açsın? Őyle olsa bile, asıl felaket tutsak olarak işgal altında yaşamaktır, bir ulus için bundan daha kötü bir facia tasavvur edilemez.

Bu Çerkesya’ya ve Kafkasya’ya giderek soykırım yapan ve halkları sürgüne uğratan Rus Çarlığı’nın  egemenliği altında kalmayı savunmak ile aynı anlama geliyor.

Maalouf, Türkiye’nin bu sorunlardan iyi sıyrıldığını sőylüyor. Son 30 yılda 40 bin insanın öldürüldüğü bir ülke hangi sorunlardan sıyrılmış? Oysa Türkiye bu açıdan bőlgedeki en sorunlu ülkelerden birisi. Kürt sorunu, demokrasi sorunu, insan hakları sorunu, azınlıklar sorunu ve bőlgesel savaşı yakıcı olarak yaşıyor.  Etnik azınlıklar kendi ana dillerinde eğitim yapabiliyorlar mı? Kendi dillerini őzgürce konuşabiliyorlar mı? Ve kendi kültürlerini őzgürce ifade edebiliyorlar mı? Alevilerin Sünnilerle eşitliği var mı?

Kimlik sorununu araştırmış, hatta bu konuda bir kitap yazmış bir yazarın bőylesine yüzeysel yorumlar yapabilmesi ve olaya işgal edilenin değil, egemenin işgal edenin gőzlüǧüyle bakması şaşırtıcı.

Aynı şekilde Türkiye’de sıkça kullanılan bir klişe de şudur: “Araplar Osmanlı’yı arkadan hançerlediler.”

Osmanlı gitmiş, onların topraǧını işgal etmiş. Araplar bağımsızlık savaşı verdiğinde, bu neden arkadan hançerlemek olsun? Bu mantığa gore, yalnızca kendisininki baǧımsızlık savaşıdır, diğer halklarınki yalnızca “arkadan hançerlemektir.” Bir gün Őzgür Çerkesya kurulursa, bu mantıǧa gőre Ruslar da Çerkeslerin bu en doǧal haklarını kullanmalarını “arkadan hançerlemek” olarak niteleyebilirler.

Halklar kendilerini tarihsel olarak ne olarak adlandırmışlarsa odurlar. Onlara başkaları tarafından verilecek, onların onaylamadığı nitelemeler ırkçılık ve ayrımcılıktan başka bir sonuca yol açmaz. A’ya sen A değil, B’sin demek de ırkçılıktır. A kendini öyle tanımlıyorsa A’dır. Çerkes Çerkes’tir, Çeçen Çeçen, Abhaz ise Abhaz’dır. Hepsinin kendi dilleri, gelenek ve gőrenekleri vardır. Hepsi de Kuzey Kafkasya halklarındandır.

Türkiye’de bir de şőyle bir mantık egemendir: “Laikliği” savunan birisi, “Benim annemin de başı őrtülü.”der. Bir düşünceye ya da anlayışa karşı çıkıp, annesinin başının örtülü olması neden vurgulamak ihtiyacı duyuyor?
Yine resmi ideolojiyi savunan birisinin tezi şudur: “Bu  ülkede Kürt, Çerkes, Laz, Gürcü herkes  birinci sınıftır, ayrım yoktur.” Evet, Kürt Kürtlüğünü, Çerkes Çerkesliğini yaşamadığı sürece, yani kendisi olmadığı sürece “birinci sınıftır.” Ne zaman kendi haklarını talep etmeye başlar, işte o zaman işler değişir. “Birinci sınıf vatandaş” yerine, “bőlücü, hain” gibi terimler kullanılmaya başlar. Ya da şőyle denir:  “Bizim içimizde de Çerkesler var, ama hepimiz Türküz.”

Halkların, etnik, dinsel grup ve azınlıkların kendi kültürlerini yaşamaları ve kendi ana dillerinde eğitim yapmaları o ülkeye yalnızca zenginlik katar. “Bir ülkede birden fazla resmi dil olmaz.” diyenlere de şunu sőyleyeceğim: Őrnegin Bolivya’da 32 resmi dil vardır. Yine Hindistan ve dünyanın birçok ülkesinde birden çok resmi dil vardır ve bu ülkeler bölünmemektedir.

Sonuç olarak kendi kültürel ve insan haklarını kullanmayı talep etmediǧin sürece bir sorun yok. Fakat ne zaman bu haklarını dile getirmeye başlarsan, sistem açısından sorun işte o zaman başlıyor.

Erol Anar

Devam edecek…

[1]  Amin Maalouf: “Ölümcül Kimlikler”,  Deneme, YKY Yayınları, 2009. s. 18.

[2] http://www.haberturk.com/gundem/haber/569301-parcalanan-osmanlidan-bir-tek-turkiye-siyrildi-cunku-ataturku-vardi

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!