Hypatia’nın taşlaşmış külleri üzerinde aşkımıza olan yeminimi tekrarlamayı dilerdim.
Sonra o engin ve sonsuz uzunluktaki felsefe bahçesinin labirentlerinden geçerek Platon’un mağarasına ulaşmayı, duvara yansıyan gölgelerden senin gölgeni ayırt edebilmeyi öğrenmeyi isterdim. Sonra bütün servetini hayatını adadığı bilimsel çalışmalara adayan Anaksagoras’tan seni sormayı ve bütün servetimi seni bulmak uğruna harcamayı arzu ederdim.
Halk arasında her zaman gülerek dolaşan Demokritos gibi hep hayalimdeki sana gülerek seni aramayı dilerdim. Demokritos’un dediği “Yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık, özdeksel atom”u arar gibi, yüreğimde sana olan aşkımın yok olmayan özdeksel atomunu arardım.
“Alem büyük insandır; insan küçük alemdir.” diyen Farabi’ye rastladığımda bahçenin derinliklerindeki bir köşede, onunla insanın ve aşkın sonsuzluğu üzerine derin sohbete girmeyi arzu ederdim. Nasıl o, kaotik dönemlerde Bağdat’tan Halep’e kadar gittiyse, aynı yolu izler ve senden en küçük bir iz bulmayı umut ederdim.
Sonra Kıbrıslı Zenon’a “her şeye yayılan ateşin” kalbimi nasıl yaktığını anlatır ve ondan bir fikir dilenirdim. Zenon’un her şeye yayılan sonsuz ateşini kalbimdeki sonsuz aşk ateşi ile birleştirir ve sonsuza dek o ateşte, gözümü bile kırpmadan yanmayı dilerdim. Nasıl Zenon’un başlangıç ve varış noktası doğa ise, benim de başlangıç ve varış noktam sen olacaktın.
Başlangıçta seninle birlikteydik, seni ararken de, sana varış noktamda da. Yan yana iken ayrıydık, ayrıyken ise birlikte.
Sonra gerçek anlamda felsefenin kendisiyle başladığı yüce Ksenophanes’e rastlamayı dilerdim. O nasıl ‘bilgi ile bilgi olmayanı’ ayırdıysa ben de içimde sana olan saf aşkımı 24 ayar aşk ile aşk olmayandan bir kuyumcu titizliğiyle ayırmayı isterdim.
“… Belirli bir şey olmamalı; çünkü belirli olan sonlu ve sınırlı olur”, diyen Miletli Anaksimandros’dan esinlenerek sana olan aşkımın sonsuz ve sınırsız belli belirsiz yolunda mutlak bir inançla yürümeye devam etmeyi arzu ederdim.
Sonra Nişaburlu Hayyam’ı görürdüm, binbir gece masallarının gizemli bahçelerindeymiş gibi gezerken felsefe bahçelerinde. Ondan yalnızca benim aşkıma özgün bir rubai söylemesini rica ederdim.O da dalgın dalgın uzaklara bakar ve şu dizeleri mırıldanırdı bizim için: “Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz / İki başımız var, bir tek bedenimiz./Ne kadar dönersem döneyim çevrende:/Er geç baş başa verecek değil miyiz?”
Dünyayı anlama ve yorumlamada beynimin sınırlarına yürürken, aynı zamanda içimde de sanki sonsuz aşkımın sınırlarını bulmak ister gibi aceleyle yürüyordum. Eşyanın boş olduğunu söyleyen Nagarjuna ile karşılaştığımda yanımda hiçbir eşya olmamasını ve aşkımdan başka taşıyacak hiçbir şeyim kalmamasını isterdim. İnsanların onu denizler altından çağırarak iletişim kurdukları bir ejder yılanına dönüşen Nagarjuna’yı binbir umutla çağırır ve ondan seni sorardım.
“İnsanlar ışığı görmez, ışıkla görür.” diyen Kant’ı gördüğümde o bahçede, ona şöyle demeyi isterdim, insanlar aşkı görmez, aşkla görür.
Ve Tleps’in büyük çekici ile kırdığı taşın içinden ateş saçan, kör olarak çıkan Sosruko gibi bir taşın içine saklanmayı ve bir gün senin taşı kırarak içinden artık kör haline dönüşmüş beni çıkarmanı beklerdim.
Seni, binlerce yıl önce Kafkaslarda yaşayan bir gözü ile yerde olup biteni, diğer gözü ile gelecekte olabilecekleri görebilen Semghur’dan sormayı isterdim. Ondan seninle bir gün gelecekte karşılaşıp karşılaşmayacağımı öğrenmeyi isterdim.
Annesinden okuma yazmayı öğrendikten sonra annesi ölen ve üç yıl annesinin yasını tutan Konfuçyus gibi ölene dek senin yasını tutmayı ve elimi hiç bir yiyeceğe ve içeceğe sürmemeye yemin etmeyi dilerdim. Ve onun Sa Sui nehri kıyısındaki mezarını ziyaret eder, orada tek eseri olan ‘Bahar ve Güz’ü seni hissederek okurdum.
Sonra seni “erdemin ve iffetin” sembolü olarak da görülen taşlandıktan sonra bedeni parçalanıp yakılan İskenderiyeli Hypatia’nın yakıldığı yerde bulmayı dilerdim. Hypatia’nın taşlaşmış külleri üzerinde aşkımıza olan yeminimi tekrarlamayı dilerdim.
“İnsanlar yaşatarak yaşar birbirini ve hayat meşalesini birbirine devreder koşucular gibi” diyen Romalı Lucretius gibi, seni yayarak yaşatmak ve hayat meşalemi sonsuza dek senin uğruna taşımayı arzu ederdim.
Seni tanrıların en yaşlısı Odin’den sormayı ve izine rastlamayı ummayı, ‘her biri bir yıl boyunca sürecek olan ve aralarında yaz olmayan üç korkunç kış’ta, yakıcı rüzgârlar, ağır soğuklar ve sonsuz kar altında gözlerim buz tutmuş açamıyorken aramayı isterdim.
Sonra o kırılgan Kuzey tanrıları gibi, İdun’un altın elmalarını arar gibi senden en küçük bi iz bulmak için gençliğimi bu yolda gözümü kırpmadan harcamayı dilerdim. Sonra altın elmalara ulaşamadan gençliğini yitirmiş bir tanrı gibi çok yorgunmuş gibi yere uzanıp sonsuz ve kesintisiz bir uykuya dalıp bir daha hiç uyanmamayı dilerdim.
Erol Anar