Romanların büyülü dünyasında seni aramak
Tolstoy’un “Anna Karenina” romanına girer ve orada senden bir iz bulmayı dilerdim. Seni bulduğumda, Anna Karenina’nın aşığı Kont Vronski gibi, seninle birlikte gözlerden uzaklara, İtalya’ya kadar kaçmayı dilerdim. Sonra bir gün tıpkı Anna Karenina gibi, senin benim seni sevmediğim endişesiyle intiharından sonra, canlı canlı intihar etmek için Vronski gibi orduya yazılmayı değil, ama gözlerden uzaklara çekilerek ve kendimi izole ederek kalan anlamsız hayatımı bir şekilde tamamlamayı isterdim.
Sonra seni romanların büyülü dünyasında aramayı isterdim. Gerçek dünyadan tamamıyla kopmayı, romanların içinde kendimi sanki bir roman kahramanı gibi hissetmeyi arzu ederdim.
Seni İsabel Allende’nin “Ruhlar Evi”nde aramayı isterdim. Űlke gibi ruhlarla salınan bu evde ilerlerken ruhların da tıpkı anılar gibi hem görünen, ama sanki hiç olmamış varlıklar olduğunu ayırt etmeyi isterdim. Sonra o uzun gecelerde evden kaçan Blanca gibi seni beklemeyi ve özlemeyi dilerdim. Pedro Terceiro Garcia gibi parmaklarımı aşkıma feda etmekten bir an olsun kaçınmamayı arzu ederdim.
Tom Robbins’in “Parfümün Dansı” kitabında senin peşinde dünyayı gezmeyi arzu ederdim. Kral Alobar gibi nasıl uzun ömürlü olunacağını öğrendikten sonra Kudra ile dünyayı gezmeyi isterdim. Seni Kudra gibi düşünmeyi dilerdim. Seninle sınırsız yaşamı keşfetmek ister ve sonsuza kadar birlikte uzak diyarlarda dolaşmayı arzu ederdim. Tıpkı Alobar ve Kudra’nın izleyicileri günahkârlar, inançsızlar, şehvetli kadınlar, müzisyenler, âşıklar, asiler, şairler ve deliler arasında seninle yaşamayı isterdim.
Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanında Raskolnikov’un kutsal bir ikona dokunur gibi dokunduğu Sonya gibi, sana kutsal bir emanetmişsin gibi yaklaşmayı, Sibirya’da sürgündeyken bile sanki yanıbaşımdaymışsın gibi hissetmeyi isterdim. Tıpkı onun gibi sonra aç olduğum günlerdir birşey yemediğim halde cebimdeki son kuruşa kadar tüm paramı gözümü kırpmadan ihtiyacı olan sana verir, o an aç ama mutlu bir şekilde yaşardım. Beni hayata bağlayan tek şey olan Sonya’nın derin sevgisi gibi, seni hissetmeyi dilerdim.
Sonra Garcia Márquez’in “Aşk ve Ȍbür Cinler” adlı romanına dalmayı isterdim. Sonra bir hazineyi arıyormuşcasına bir manastırın mahzenindeki mezarda bulunan o kızın 22 metrelik saçlarına dokunur ve senin de bakır renkli, o kadar uzun saçların olmasını arzu ederdim. Ve öldüğümde tıpkı o kız gibi manastırın derinlerinde karanlık bir köşeye gömülmeyi ve senin gelip mezarımı ziyaret etmeni dilerdim.
Sonra o mutsuz ve can sıkıcı yaşamından acı duyan Madame Bovary gibi günden güne sararıp solmaya ve kendimi tüketmeye başlardım. Hiçbir şey tat vermemeye başlar ve hayatımın anlamı üzerine günlerce düşünürdüm. Sonra seni bulamayınca tıpkı Emma Bovary gibi acılar, pişmanlıklar içinde kıvranarak ve aşkı, mutluluğu hiç yaşamamış birisi olarak son nefesimi vermeyi dilerdim.
Sonra yüreği yaralı Felix’in Madame de Mortsauf’a yazdığı mektuplar gibi, sana bir yığın mektup yazmayı ve aşkımı anlatmayı isterdim. “Vadideki Zambak” adını verdiğim sana, platonik aşkımı bir acı çiçegi gibi sunar ve karşılık beklemeden seni sevmeyi dilerdim. Sonra acılar içinde ölen, zambaktan ve ölümcül güzellikteki vadiden uzaklaşır ve anlamsız hayatımı boş işlere adardım.
Çerkesya’dan Abhazya’ya senin izini sürmek
Bundan binlerce yıl önce Çerkesya’da Mıyequape’da yaşamayı isterdim seninle. Bir meot kentinde, tarihin tozlu sayfalarında gezinir gibi seni aramayı ve adını o ünlü Mıyequape taşına kazımayı isterdim. Çevredeki bütün höyükleri seni bulmak için aramayı arzu ederdim. Sonra oradan, derin ve dar vadiler içerisinden geçerek kuzeye doğru akan Terek ırmağını izler, senden en küçük bir iz arardım.
Oradan aşağıya dogru iner ve Çerkesya’nın kalbi Soçi’de soluklanırdım. Soykırım topraklarından masal ülkesi Abhazya’ya geçer, dağların en yüksek noktasından Gagra’dan denize bakar ve oradan aşağıya uçmayı, sana düşümde bile olsa ulaşmayı dilerdim. Gagra’dan Gudauta’ya yürür ve karşılaştığım her insandan seni sorardım.
Erol Anar