Çerkesya’da bulunan Meot yazılı tabletleri içinde, aşkımızın öyküsünün anlatıldığı bir tableti bulmayı umut ederdim. Hun saldırılarından sonra dağlara sığınan halkımın arasında olmayı ve oradan yükseklerden bir kartal gibi, “yıkılmış evlerime sönmüş fenerlerime” bakarak ağıtlar söylemeyi söylerdim.
Sonra Kuban ırmağı havzalarında seni binlerce yıllık bir tableti arar gibi bir derviş sabrıyla aramayı ve bir gün o tableti bulduğumda, tam o noktaya elimde tabletle gömülmeyi isterdim.
Muhteşem şehirde özgürlük düşleri…
Sonra “muhteşem şehir” denilen Rio de Janeiro’ya giderek seni aramayı isterdim. Corcovado tepesinden, İsa heykelinin yanında kollarımı tıpkı onun gibi özgürlüğe açarak, koltuklarımın altına girerek sanki beni uçuracakmış gibi bir özgürlük duygusu veren rüzgâra karşı sana olan aşkımı bağırarak itiraf etmeyi isterdim. Sonra kendimi oradan aşağıya bir kuş gibi süzülerek bırakmayı ve denize doğru senin izini sürmeyi arzu ederdim.
Sonra tepedeki gecekondulardan birisinden aşağıya dogru atılmış, ama kimseyi vurmayan bir serseri kurşun olmayı isterdim. Denizin dibine giden ve kendi yalnızlığında boğulan bir kurşun…
“Gerçekten ben o yılları yaşadım mı?”
Sonra şimdi çok uzaklarda kalmış, çoktan yıkılmış ve üzerinden yol geçen evimizin bir zamanlar içinde elma ağaçları olan bahçesine giderek, kendi kendime tıpkı Dostoyevski’nin bir roman kahramanı gibi “Gerçekten ben o yılları yaşadım mı?” diye sormayı isterdim.
Şimdi üzerinden yol geçen anılarımda kalan o insanlar gerçekten var mıydılar?
Yoksa bütün her şey bir anlık yanılsamadan mı ibaretti?
Kim bilir, belki de…
Sonsuzluğa uzanıp giden vadilerde…
Belki de Himalaya dağlarının bulutlara en yakın yerindeki gizli şatosunda yaşayan bir prensestin. Oraya, sana ulaşmak için aylarca ağzından alevler saçan korkunç ejderha ve tek gözlü devlerle savaşmayı isterdim. Nice maceradan sonra bir gün sana ulaştığımda, aşağıya binlerce metre ötelere sonsuzluğa uzanıp giden vadilere bakarak tek bir kelime bile konuşmadan sessizliğinde yaşamayı arzu ederdim. Neden sonra elini elime alır ve yakınımızdaki bulutlara dokunmayı ve rüzgârda uçuşan saçlarına yüzümü sürmeyi isterdim.
Sonra bir gün güneş doğarken seni o gizli şatonda bırakarak, gizlice uzaklara aşağıdaki vadilere at sürer ve bitimsiz arayışıma devam ederdim. Ve omzumda yeni doğan güneşin parıltıları içinde uzaklara doğru at sürerken şöyle mırıldanmayı isterdim: aslında ben sana değil, o sonsuz arayışıma aşığım.
Aşkın yedinci dalgası…
Sonra bir gün Fransız Guyanası’ndaki Ilha do Diabo’ya (Şeytan Adası) gitmeyi isterdim. Burada tıpkı “Kelebek” romanının yazarı Henri Charrière gibi bir mahkum olmayı ve sadece sana ulaşmak icin kaçmayı düşünmeyi arzu ederdim. Kaçılmaz denilen bu yerden, seni görmek için yanıp tutuşarak, sana ulaşacağımdan zerre kadar kuşku duymadan kaçmayı isterdim.
Adada bütün mahkûmlar tropik hastalıklar nedeniyle kıvranırken, ben hastalıktan değil, ama senden uzak kalmanın verdiği derin üzüntü ile kırk derece ateşler icinde yanmayı ve hezeyanlar içinde seninle yanyana olduğumu hayal etmeyi isterdim.
Sonra bir tüy kadar kadar hafif vücudumu yüzlerce metre yukarıdan, asla şaşmaz bir incelikle hesapladığım yedinci dalgaya bırakmayı isterdim; tıpkı “Kelebek” gibi. Vücudum havada süzülerek aşağıya dalgalara doğru yaklaştıkça özgürlüğe ve sana giderek daha da yaklaşmış olduğumu bilerek hiç olmadığım kadar mutlu olmayı isterdim…
Erol Anar