Bir gün, dört kapılı Amed kalesinin, tarifsiz acıları birer madalya gibi göğüslerinde taşıyan taşlarından sormayi isterdim seni. Tek tek dört kapıyı dolaşmayı, sonra oradan çıkarak Malabadi köprüsüne kadar, ateşin ve güneşin çocuklarının topraklarında hiç durmadan senin izini sürmeyi isterdim.
Urfa’da İbrahim peygamberin doğduğu söylenen mağaranın önündeki neredeyse geçit vermez güvercinlerden seni sorabilmeyi ve sonra balıklarını yemenin yasak olduğu suda, seninle birlikte birer kutsal sazan balığı olarak, omuz omuza, hayat boyu telâşsız, kaygısız ve mutlu bir şekilde yüzebilmeyi isterdim.
Padişahı bile kıskandıran Ağrı dağı eteklerindeki İshak Paşa sarayına kapanarak, eski İpekyolundan geçen kervanları seninle beraber izlemeyi, yükseklere güneş ışınlarıyla harmanlanarak mavileşmiş karlara bakarak Nuh’un Gemisi’ni beraberce ömrümüzün sonuna dek aramayı isterdim. Ve bir gün gemiyi bulursak, kimselere haber vermeden ömrümüzün geri kalanını orada geçirmeyi isterdim.
Hasan Sabbah’ın sahte cennetinde ve kendi oğlunu bile kurban ettiği acımasız cehenneminde yaşamayı isterdim seninle. Kartallardan başka hiçbir canlının kuşatamadığı o sarp kayalıkların tepesindeki heybetli Alamut kalesinden, önümüzde ufka kadar sonsuz bir şekilde uzanan Rudbar vadisine bakabilmeyi ve bir gün görev sırası bana geldiğinde, “hançerin ucunda büyüyen iktidarlara” karşı canımı hiç düşünmeden ortaya koyabilmeyi, ölüme giderken gözlerime yalnızca senin o hüzünlü son bakışını asmayı isterdim.
Dostoyevski’nin “Kumarbaz” romanının kahramanı gibi, kazanacağımdan mutlak şekilde emin olarak cebimdeki son parayla kumar oynayıp gerçekten de hatırı sayılır bir miktar kazanmayı ve kazandığım tüm parayı zerre kadar değer vermeden, paraya şiddetle ihtiyacı olan sevdiğim, ama ne yazık ki beni sevmeyen kadının ayakları dibine atabilmeyi ve hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp odadan çıkmayı isterdim.
Kızgın demirle yakılan ve içindeki boğumları temizlenen kamışın ney’e dönüşmesi, insanın hırs, kibir gibi perdelerinin aşk ateşiyle temizlenmesi gibi aşkımızın içimdeki boğumları birer birer ateşiyle yakarak saf sevgiyi ve dipsiz berraklığı açığa çıkarmasını isterdim. Mevlevi inanışına göre önce annesinden sonra kendi bedeninden iki kez doğan insan gibi, önce annemden sonra da senin bedeninden yeniden doğmayı isterdim. Gerçek aşkı arayarak dönen semazenler gibi senin etrafında yemeden içmeden ve bir an olsun durmadan günlerce dönmeyi isterdim. Ve öyle bir anda büyük bir ritüelle “aklımı aşkına” kurban etmeyi isterdim.
Yuvası dağıtılarak göç ettirilmiş kanatlarından hüzün saçarak kendi diasporasından uçan bir kırlangıç gibi, yorgunluktan bitap düşüp ölene kadar, soykırıma tanıklık etmiş Karadeniz’in üzerinde uçmayı isterdim. Sarmatlardan Hunlara, Moğollardan Ruslara nice işgal ve acılar yaşamış ama asla boyun eğmemiş ve diz çökmemiş Çerkesya’nın on bin yıllık topraklarında, elimde bir asa ile bir derviş sabrıyla bir boydan bir boya yürümeyi isterdim.
Erol Anar