İktidar ile özgürlük kavramları arasında şöyle bir ilişki vardır: İktidara gelene kadar özgürlüğü bayrak edinir, özgürlükçü söylemlerde bulunursunuz. İktidara geldiğinizde ise, (hangi çeşit ve kimin iktidarı olursa olsun) özgürlük bayrağını katlar ve çekmeceye koyarsınız ve artık özgürlükten söz edenleri düşman olarak görmeye başlarsınız.
Mevcut iktidarları eleştiriyor olmanız, baskılara karşı çıkmanız, düşünceyi ifade özgürlüğünden, demokrasiden bahsediyor olmanız sizi gerçek bir özgürlük yanlısı yapmaz. Soru şudur: İktidarı bir gün siz ele aldığınızda nasıl bir davranış içerisinde olacaksınız? Siz iktidarı mı istiyorsunuz, yoksa özgürlüğü mü? Özgürlüğü getirmek için iktidarı istediğinizi söyleyebilirsiniz. Ama özgürlük, iktidarla gelmez. İktidar tarihsel olarak görüldü ki, kimin elinde olursa olsun yalnızca özgürlüğü kısıtlar. O zaman belki siz iktidar gücünü istiyorsunuzdur. İktidara gelmeden önce özgürlük şarkıları söylüyorsunuz, ama iktidara geldiğinizde özgürlük diyenin kafasına vuracaksınız belki; özgürlük diyenleri hapishaneye koyacak, ya da idam edeceksiniz. Tarihte bunlar oldu.
Siyasal iktidar ile özgürlük kavramları arasında şöyle bir ilişki vardır: Siyasal iktidara gelene kadar özgürlüğü bayrak edinir, özgürlükçü söylemlerde bulunursunuz. İktidara geldiğinizde ise, (hangi çeşit ve kimin iktidarı olursa olsun) özgürlük bayrağını katlar ve çekmeceye koyarsınız ve artık özgürlükten söz edenleri düşman olarak görmeye başlarsınız. Bu iki kavram asla yan yana gelmez. İktidar varsa tam anlamıyla özgürlük yoktur, özgürlük varsa orada ne iktidar, ne otorite ne de itaat vardır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde de bireysel ve toplumsal anlamda özgürlük yoktur özünde. Ancak bireye, sanki özgürmüş gibi bir yanılsama verilir. Aslında bu ülkelerde asıl özgürlük, tüketim özgürlüğüdür. Bu da alım gücüne sahip belli bir azınlığın özgürlüğüdür. Özel mülkiyetin, hiyerarşinin, hegemonyanın olduğu bir toplum hiçbir zaman özgür olamaz. Özgürlüğün gerçek anlamda toplumsal boyuta ulaşabilmesi için eşitlik şarttır insan toplumlarında. Bireyin özgürlüğü de kısıtlıdır kapitalist ülkelerde. Birey ancak iktidarın kurallarına uyduğu, itaat ettiği oranda özgür olduğu yanılsamasını yaşar. Birey, sistem için “tehlikeli” olmaya başladığı anda kapitalist ülkeler ona müdahale ederler. Bazen sürgüne yollar, bazen hapseder, bazen ise öldürürler. Yine de bir parça bireysel düşünce ve ifade özgürlüğü vardır, sınırlı da olsa.
Türkiye gibi kapitalizmin görece daha az geliştiği ülkelerde ise, iktidar daha doğrudan, kaba ve otoriterdir. Çünkü burjuva demokrasisi bile yoktur.
Ancak gelişmiş kapitalist ülkeler katı bir iktidar modeli uygulamaz ve daha gevşek tarzda bir iktidarı benimserler, özellikle Avrupa ülkelerinde olduğu gibi. Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” adlı yapıtındaki temel argümanı, modern devletin otoritesini fiziksel olarak dayatmaktan vazgeçerek psikolojik olarak dayatmaya yönelmesidir. Foucault bu durumun da bireyleri tek tipleştirmeye götürdüğü sonucuna varmıştır. Artık iktidarın bireyleri izlemesi çok kolaydır, özellikle iktidarlar gerek duydukları anda sosyal medyadan bireyi izlemektedirler. Sosyal medya, iktidarların postmodern gözetleme kulesi haline gelmiştir. Ayrıca sosyal medya iktidarların bireyi ve toplumu kontrol altına alabilme aracıdır da.
Reel sosyalist ülkelerde ise rejim totaliterdir, kapitalist ülkelerden bile daha geridir, bireysel bireysel düşünce ve ifade özgürlüğü de yoktur, toplumsal özgürlük de. Bürokratik hantal bir devlet, devlet kapitalizmi ve elit kesimlerin iktidarından başka bir şey değildir rejim.
Birey gerçek özgürlüğü ancak, sınıfsız, sömürüsüz ve eşitlikçi bir toplumda yaşayacaktır. İşte orada bireyi kuşatan iktidarın zincirleri olmadığında, kendi gerçek özünü yaşayabilecektir.
Siz iktidara gelirseniz, ne yapacaksınız? Şimdiki sistemin, iktidarların yaptığı gibi iktidarınızı eleştirenleri hapse koyacak mısınız? İşçi sınıfının ya da başka sınıf, ulus ve kesimlerin “çıkarları” adına onlara işkence yapacak mısınız? Gerçekleri dile getirenleri yok edecek, işlerini elinden alacak mısınız? Tarihe baktığımızda reel sosyalist ülkelerde de, iktidar değişiminin bireyin ve geniş halk kitlelerinin özgürlüklerini çok da etkilemediğini görüyoruz. Bir iktidar burjuvazinin, aristokrasinin çıkarları adına baskı yapıp kendisine karşı çıkanları hapse doldururken, diğer bir iktidar aynı şeyi “proletarya” adına yapmış. İkisinde de özgürlük yok. İkisi de aynı kurumları kullanmış, yalnızca kurumlarda yönetici olan kişiler değişmiş. “Sosyalist” iktidarda bu kurumları partili elitler doldurmuş. Ve bürokratik yozlaşma aynı şekilde devam etmiş.
Sovyetler Birliği, görünüşte bir “proletarya diktatörlüğü” idi. Ama özgür anlamda sendikacılık yapmak yasaktı, sendikalar birer parti okulu gibi işlev yürütüyorlardı. Grev yasaktı. Ve bütün bu uygulamalar “proletarya” adına uygulanıyordu. Yani “belirsiz gelecek güzel günler” uğruna, şimdiki güzel günler yaşanmadan harcanıyordu. Aslında ortada parti elitinin bürokratik iktidarından başka bir şey yoktu. Sovyetlerin organları tek tek dağıtılmıştı. Ancak bunun kılıfı “proletarya diktatörlüğü” söylemiydi.
Ünlü anarşist filozoflardan Emma Goldman, yine anarşist yazar ve eylemci Alexander Berkman ile Lenin’i Kremlin’de ziyaret ettiklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Lenin, Çar’ı saraydan çıkarmış ve onun yerine Çar’ın çalışma odasını, kendi çalışma odası olarak kullanıyordu. Yani saraydan Çar çıkmış, ama oraya “proletarya adına” Lenin yerleşmiş ve aynı imkanları kullanmaya başlamıştı. Aynı şekilde elit parti kadroları da bakanlıklardaki üst düzey yönetici koltuklarını doldurmuşlardı. Her partinin içinde elit bir kesim vardır, komünist partilerde de.
Emma Goldman ve Alexander Berkman, Lenin ile Kremlin’de bir görüşme yapmışlardı. Şöyle diyor kitabında:
“Yeni Rusya’nın kurucularının, eski iktidar sahiplerinin yerlerinde oturmaları ise iyice yakışıksız kaçıyordu. Korkunç geçmişin gölgelerinin üıpertici ortamında kendilerini nasıl rahat ve huzur içinde hissediyorlardı, merak ediyordum. Kremlin’de geçirdiğim birkaç saat, ölülerin yeniden dirilmeye çalıştığı türünden mistik duygulara kapılmama yetmişti.” (Goldman, 1997:757)
Goldman, kitabında Lenin’in kendilerine ifade özgürlüğünün, sosyal hastalıkları yatıştıran bir burjuva önyargısı olduğunu söylediğini dile getiriyor. Yine Lenin, proletarya diktatörlüǧunun, çok ciddi engellerle karşı karşıya olduğunu, bunların en can alıcısının ise köylülerin muhalefeti olduğunu söylediğini belirtiyor Goldman’a. Lenin ayrıca, bugünkü durumda bütün özgürlük gevezeliklerinin yalnızca Rusya’yı yıkmaya çalışan reaksiyonu beslemeye yarayacağını ve bu suçu işleyenlerin yalnızca çeteciler olduğunu ve onların da içeri tıkılmayı hak ettiklerini söylüyor. (Goldman, 1997: 775)
Oysa özgürlük bir gevezelik ya da lüks değil, bir bireyin ve toplumun ilk ihtiyacıdır. “Şimdi koşullar uygun değil, özgürlük için bekleyin!” demek, özgürlüğün gerçek anlamda ertelenemez bir kavram olduğunu unutmak anlamına gelir. Özgürlük, bir devrimin getireceği ilk şey değilse, o devrim ileride de özgürlük getiremez. İnsanın en büyük ihtiyacı, ekmekten önce özgürlüktür. Kölelerin bile karnı doyurulur, onlardan yararlanmak için. Ama özgürlük insanın içsel dünyasının temel gıdasıdır.
***
Sartre, 1956 yılına dek, Sovyetler Birliği’nin Macaristan’ı işgaline dek Fransız Komünist Partisi’ni desteklemiş, ancak daha sonra desteğini çekmiştir. Kendisini şöyle tanıtır: “Eğer biri tüm kitaplarımı yeniden okursa, benim hiç değişmediğimi, hep anarşist olarak kaldığımı anlayacaktır.” (Vikipedi)
Noam Chomsky ise anarşist-sosyalist ya da diğer bir deyişle liberter sosyalist olarak kendisini tanımlar. Anarko sendikalizm sempatizanıdır.
Tarihsel olarak baktığımızda birçok entelektüelin Komünist Partilere önce üye olup sonra ayrıldıklarını ya da partiden atıldıklarını görebiliyoruz.
Entelektüel insan gerçeğin peşindedir. O düşünür, araştırır, analiz eder ve gördüğü gerçekleri açıkça dile getirir. Ancak partili olmak bir disipline uymayı beraberinde getirir. Öyle ki gördüğünüz yanlışları, gerçekleri görmemeniz de istenir yeri geldiğinde. Haksızlıkları kendi partiniz üyeleri yapmışsa susmanız, başka partililer yapmışsa bunları dile getirmeniz istenir. Bu da her zaman “yüce çıkarlar ve güzel gelecek” adına yapılır. Ancak siz burjuvazinin yöntemlerini kopya ederek güzel bir geleceği getiremezsiniz elbette. Bu nedenle entelektüeller, parti disiplinine gelemez. Onlar bağımsız olmak, ama aynı zamanda ezilenlerden yana taraf olmak durumundadırlar. Bu nedenle üye oldukları partilerden ya atılır ya da ayrılırlar ve “burjuva” diye de suçlanırlar. Çünkü gerçeği gördüklerinde bunu dile getirmekten kaçınmazlar. Partili olmak belki sizin düşüncenize göre gereklidir, ancak bırakınız bazı insanlar gerçeği söylesinler. Partili olmamak, örgütsüz olmak anlamına gelmez. Örgütlü olabileceğiniz birçok sivil organizasyon olabilir. Ezilenlerin cephesinde olmak yeterlidir bence bir entelektüel için.
Tarihsel olarak baktığımızda ise, birçok parti için geçerli olmak üzere, parti bir süre sonra araç değil, amacın kendisine dönüşür. Kutsal bir ikon gibi değerlendirilir üyeleri tarafından. “Parti böyle emrediyor.”, “Parti bu kararı aldı, herkes uyacak.” denildiğinde akan sular durur. Parti eleştirilemez, parti her şeydir. Yine devrim olduğunda, parti her şey olmaya devam eder. Proletarya adına, aslında partinin çıkarları korunur. Parti, iktidarı ele geçirmenin bir aracı değil, artık bizzat iktidarın kendisine dönüşmüştür.
***
İktidarı şu ya da bu şekilde ele geçirmeye ve devlet aygıtıyla birlikte yönetmeye talip olanlara şunu soruyorum. Diyelim ki iktidarı ele aldınız:
1- Sizin iktidarınızda, farklı düşüncelerin kendilerini ifade etmesine izin verecek misiniz? Düşünceyi ifade özgürlüǧü olacak mı, ya da resmi ideolojinize aykırı olan düşüncelere karşı nasıl bir davranış biçimi göstereceksiniz?
2- İktidarınızda işkence olacak mı, buna göz yumacak mısınız?
3- İdam cezası uygulayacak mısınız?
4- Yazarlar, aydınlar, entelektüeller ve gazeteciler, sizin iktidarınızı eleştirebilecekler mi özgürce, yoksa yine hapishanelere mi doldurulacaklar?
5- Merkeziyetçi bir şekilde mi iktidarı yürüteceksiniz? Bireyler, toplum kararlarda ne derece söz sahibi olacak? Doǧrudan demokrasiyi uygulayacak mısınız?
6- Sovyetler Birliǧi’nde sendikalar parti okullarına dönüştürülmüştü. Sizin iktidarınızda sendikacılar özgür bir şekilde sendikacılık yapabilecekler mi? İşçiler grev yapabilecekler mi? Sovyetler’de daha Lenin döneminde birçok grev yasaklandı ya da şiddetle bastırıldı.
7- Valileriniz, diplomatlarınız ve bakanlarınız seçkin isimlerden mi oluşacak? İktidarınızda elitler olacak mı? Bunun yanı yozlaşmanın önüne nasıl geçeceksiniz? Seçkin liderler olacak mı? Bürokrasiyi nasıl önleyeceksiniz?
7- İktidarınızda hapishane olacak mı? En küçük eleştiride bulunanlara “burjuva” etiketi yapıştırıp hapsedecek misiniz?
8- İnsan haklarını savunan, devletten baǧımsız dernekler olacak mı? Yoksa insan hakları kavramını, burjuva zevzeklikleri olarak mı göreceksiniz?
8-Dine nasıl yaklaşacaksınız? İnsanlar dinsel inanç sahibi olabilecekler mi özgürce?
9- Toplama ve zorunlu çalışma kampları olacak mı?
Bu sorular çoğaltılabilir, ama gerek yok.
Sorular belki kolay gelebilir bazılarımıza. Ama “reel sosyalist” devletler bu sorunların üstesinden gelemediler. Bu sorulara ne cevap verirsek verelim, aslında bir de pratikteki uygulamaların farklı sonuçlara yol açabileceǧi gerçeǧi de vardır öte yandan.
Daha önce de yazdığım gibi, eğer bir ülkede hapishane varsa, yönetimi ne olursa olsun o ülke özgür değildir, olamaz.
Aslında iktidar kavramı ile özgürlük hiçbir zaman bir araya gelmez. Eşitlik de öyle. Eğer bir yerde iktidar varsa, orada eşitlik olamaz. Çünkü her iktidar kaçınılmaz olarak kendi elitlerini yaratır. İktidarın doğasından kaynaklanır bu gerçeklik.
Ben insanların çeşitli sivil organizasyonlar aracılıǧı ve doğrudan demokrasi ile devletsiz bir sistemde, kendi kendilerini yönetmeleri gerektiǧini düşünüyorum. Yani iktidarı, devleti ele alıp, insanları yönetme düşüncem yok. İktidarı almanın değil, Zapatistaların yaptığı gibi, onu halka vermenin doğru olduğunu düşünenlerdenim. Her tür iktidara karşıyım birey ve toplum üzerindeki. Ama insanların kendi kendilerini yönetebileceǧi, devletsiz bir sistem için mücadele etmek gerektiǧine inanıyorum.
Eğer bireyleri tek tek bağımsız ve eşsiz bir varlık olarak görmek yerine, toplumun ya da kitlenin isimsiz bir parçası olarak görürsek, böyle bir toplum ya da toplulukta bireyin de özgür varlığı olmayacak ve bireyler birer isimsiz robota dönüşecektir. Bunun için, toplumdan bireye değil, bireyden yola çıkarak, onun özgün kişiliğini öldürmeden topluma ulaşmak gerekir.
Yazıyı daha önce de bir kez yaptığım gibi, Rosa Luxemburg ile bitireyim: “Özgürlük, farklı düşünenlerin özgürlüğüdür.”
Erol Anar
Referanslar
Goldman, Emma (1997), “Hayatımı Yaşarken 2. Cilt”, Kaos-Metis Yayınları, İlk Basım. İstanbul