Yalnız olmadığımız, yani bașka birisiyle ya da birileriyle birlikte olduğumuz, sokağa çıktığımız her an iktidarın uygulayıcısı ya da iktidara tabi oluruz. Hatta bu evimizdeki diğer insan ve hayvanlarla olan ilișkilerimizde de geçerlidir. Toplum, iktidara tabidir. İktidar uygulayıcıları bile, sistemin sürmesini sağlayan iktidarın bir organı, aracı olarak ona tabidirler. İktidar ve onun getirdiği hegemonya çeșitli araçlarla, insanlara tek tek her yerde, sorgusuz boyun eğmeleri gerektiğini őğretir, sağlar. Toplumun çoğunluğu sıraya girmek, iktidara biat etmek için yarıșır.
İktidara tabi olup, görmez, duymaz ve konușmazsan, yani üç maymunu oynarsan nefes alırsın. Çünkü bunun karșılığında insanların nefes almalarına izin verilir, bir de zar zor yașayacak kadar gereksinimleri karșılanır. Bunun ötesinde hiçbir hakları yoktur; bu durumda hak talep de etmezler zaten. “Kuzuların sessizliği”dir bu.
Sistem insanları o hale getirmiștir ki, karșılığında hiçbir șey almasalar da, ona gönüllü olarak biat ederler; hatta bașlarını giyotinin altına gönüllü olarak yerleștirenler bulunur. Yani kafesin kapısını açabilecekken, sanki buna güçleri yokmuș gibi boyun eğerler. İktidara biat etmenin karșılığı, özgürlüğünden vazgeçmektir. Dostoyevski’nin “Ev Sahibesi” adlı yapıtındaki kahramanın söylediği gibi, böyle birisi, özgürlüğü ne yapacağını bilmez, onu bir çuvala koyarak geri verir.
İktidara tabi olmak, sunulana razı olmaktır
İktidara tabi olmak, özünde seçme hakkı olmamak ve sana sunulana razı olmaktır. Seçim yapman isteniyorsa da, bunu sana sunulanlar arasında yapman gerekir. İktidara tabi olanların itiraz hakkı da yoktur.
Alfred Adler, “İnsanı Tanıma Sanatı” bașlıklı yapıtında, insanın bașkalarının boyunduruğu altına girmek konusunda büyük bir eğilimi olduğunu saptarken, aynı zamanda insanların çoğunda körü körüne itaat etme, otorite karșısında boyun eğme, eleștirisiz teslimiyet gösterme gibi durumları sık sık yașadığına dikkat çeker.
Otoriteye boyun eğmeyen insan ise, șiddete maruz kalır. En büyük șiddet ise, iktidarın bir aracı olan devlet aygıtının șiddetidir. “Disiplin” denilen șey, devletin birey üzerindeki șiddetidir bu anlamda. Yalnızca az sayıda insan, tarihsel olarak bu riski gőze almıștır. Büyük çoğunluk sürünün içindeki sırasını bozmaya, hatta bir santimetre bile sıranın dıșına çıkmamaya özen gösterir. Yani “iktidarın içselleșmesidir” bu bir anlamda. Foucault’nun dediği gibi aslında “Dünya, yöneticileri psikologlar ve halkı da hastalar olan büyük bir tımarhanedir.”
Tımarhane kurallarına uyduğunda ve ona hizmet ettiğinde her șey serbesttir. Mantıksız bir dünyadır sőzü edilen ve bütün kurumlar sisteme hizmet eder. Sistem sıkıștığı noktada ise, politik ve sosyal reformları, seçimleri, ücret artıșlarını ve daha birçok șeyi vaat eder, taviz verir; böylelikle yeniden tam egemenliğe kadar nefes alır. Sonradan verdiği hakların çoğunu da geri alır ya da çiğner.
Aslında okul ile hapishanenin bir farkı da yoktur. İkisinde de insanlara sisteme itaat etmesi öğretilir. İnsanlar okula, bilgi öğrenmek, hayata hazırlanmak için değil, tersine sisteme hizmet etmek ve itaat etmeyi öğrenmek için giderler. Aile kurumu bile sisteme hizmet eder özünde. Bunun için seçimlerde adayların “mutlu” aile fotoğrafları őne çıkarılır.
İnsanların ilk vazgeçtikleri, feda ettikleri değer, kendi özgürlükleridir. Toplumlar için tarihsel olarak baktığımızda, özgürlük yalnızca bazı tarihsel dőnemlerde, devrimlerde değerli olmuștur. Ancak sistem içindeki bireylerin ilk vazgeçtikleri ve nefes alma karșılığında sattıkları değer, kendi gerçek özgürlükleridir.
Geniș kitleleri manipüle etmek, onları istediği yöne çeșitli araçlarla yönlendirmek, sistem için çok da zor değildir. Bunun için insanları harekete geçirebilecek ve onların itaat etmelerini sağlayacak her tür duygu ve aracı kullanmak mübahtır. Devletin her daim güçlü olduğu propagandası dile getirilir her fırsatta. Gerçek önemli değildir, Orwell’ın “1984” romanında olduğu gibi. Sanal bir gerçek yaratılır ve insanlar ona inandırılır. Propaganda, sistemin varlığını devam ettirmesi anlamında çok önemlidir. İște bunun için Naziler bir propaganda bakanlığı olușturmușlardır. Günümüzde ise propaganda çeșitli yol ve araçlarla yapılmaktadır. Bu propagandanın boyutları öylesine büyüktür ki, çoğu kez insanlar “yalan olduğunu bilseler dahi” ona inanmaya, daha da kötüsü yalanı savunmaya bașlarlar. “Büyük Yalan” tekniğini uygulayan Nazilerin propaganda bakanı Goebbels’in dediği gibi, büyük bir yalanı sürekli tekrarlarsanız insanların ona inanması o kadar kolay olur. Resmi ideoloji, bu büyük yalanlar, resmi tarih üzerine kuruludur. Eğer gerçek ortaya çıkar ve kitleler tarafından bilinirse, sistem temellerinden sarsılır.
Kitleler sisteme modern ritüellerle inandırılır
Tarih de yaratılır; sistemin sembolleri, iktidarın fetișleri neredeyse birer dine dőnüștürülür. Sanki dinsel bir ayinde imiș gibi kitleler sisteme modern ritüellerle inandırılır. Dinsel duygu ve inanıșlar, sistemin devamı için kullanılan paha biçilmez bir hazinedir. Çünkü her din, iktidara itaati öğütler. Yani, “Sezar’ın hakkı Sezar’a Tanrının hakkı Tanrıya” İsa’nın dediği gibi. İște bunun için devlet yöneticileri, dini kendi amaçları doğrultusunda kullanırlar.
Hegemonya denilince akla gelen ilk isimlerden birisi de Gramsci’dir. Özellikle Gramsci’nin ileri sürdüğü “kültürel hegemonya”da insanların sisteme itaatini sağlamakta bir yöntem olarak kullanılır. Gramsci, hegemonyanın kazanılma ve sürdürülme sürecinde aydınların rolüne dikkat çeker. Hegemonya; eğitim, kilise, politik partiler, sendikalar, vb. gibi rızanın kaynağını oluşturan “özel kurumlar”a özerklik alanı tanıyan, dayanıklı ve bağımsız sivil topluma dayanmaktadır ona gőre.
“Özgürlüğün yok olușu ile siyasal iktidarın belirmesi arasında bir koșutluk vardır, bu noktada ise hegemonyanın kurulmasıyla birlikte gönüllü kulluk olgusunun ortaya çıktığı görülmektedir. Daha doğrusu iktidarın ideolojik bașarısı sonucu yaratılan bu yeni ortam, iktidar açısından hegemonya adını alırken halk düzeyinde gönüllü kulluk olarak belirir.” (Etienne de la Boetie:”Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”, İmge Kitabevi, s. 31)
Sistem insanları hegemonya araçları ile őylesine ișler ki, insanlar artık özgürlüğü bir yanılsama olarak yașamakta ve “gönüllü” olarak sistem için canlarını verecek hale gelmektedirler. Tıpkı kapısı ve gardiyanı olmayan bir hapishane hücresinde “gönüllü” olarak kalmaları gibi.
Geniș kitleleri manipüle etmenin bir aracı da “resmi ideoloji”nin içinde bir “resmi tarih” yaratmaktır. Resmi tarih, daha okul sıralarında insanlara őğretilmeye bașlanır ve birey ölünceye kadar bu propaganda tekrar edilir. Çünkü sistem bilir ki, gerçek tarihi bilen kitleler ona itaat etmez; konușur, sorgular, düșünür.
İktidar ve hegemonyanın alanı daraldıkça, bir o kadar özgürlüğün alanı genișler
Sistem, hegemonya için medyadan spora akla gelebilecek her türlü araç ve yöntemi de kullanır. Bilim bile Gramsci’nin belirttiği gibi bir üstyapı kurumudur; bilim çıplak ve nesnel olamaz, her zaman bir ideoloji tarafından kușatılır. O aynı zamanda egemen kültüre karșı da mücadele verilmesi gerektiğine değinir. Çünkü egemen kültür, anaokullarından cenaze alanlarına kadar her șeyi ele geçirmiștir.
Siyasal iktidar varsa, hegemonya da vardır. İdeoloji, retorik de hegemonya araçlarıdır. Hegemonya, Raymond Williams’ın dediği gibi, “Yașamın tümünü kapsayan pratikler, beklentiler bütünüdür.” Cox ise, “Gramsci, Hegemony and International Relations: An Essay in Method” bașlıklı çalıșmasında, hegemonik dünya düzeni kavramı, yalnızca devletlerarası çatışmayı düzenleme üzerine değil, aynı zamanda ülkeleri çevreleyen sosyal sınıflar arasında ilişkileri meydana getiren küresel boyuttaki üretim tarzı, küresel olarak tasarlanan sivil toplum üzerine kurulduğuna dikkat çeker.
İktidara tabi olan insanlar açısından bu durum bir yabancılașmaya yol açar. Çünkü birey, özgür birey değildir; boyun eğen, eleștirmekten kaçınan, gőrmeyen, duymayan, konușmayan bir insan kendisine ve her șeye yabancılașmıștır ve bu yabancılașma her an daha da artar.
Ancak insanlar yine de kendilerini sanki özgürlermiș ve seçme hakları varmıș gibi kandırırlar. Bir karikatürde olduğu gibi, duvara bulut, mavi gőkyüzü çizerler ve sanki sistemin hapsinde, hegemonyası altında değil de, özgürlermiș gibi davranırlar. İște sistemin istediği tam da budur.
Erol Anar
20-22 Ekim 2015, Paraná – Brezilya