Bu ülkede bugüne dek birçok sürgünler çıktı, şairler, yazarlar, sinemacılar, ses sanatçıları ve besteciler. O, sürgünde ölen Nazım Hikmet, Yılmaz Güney ile aynı kaderi paylaştı. Hâlâ da bu koşullar devam ederse yeni sürgünler, yeni kurbanlar çıkması işten bile değildir.
Ahmet Kaya ile tanışmıştım. 1990’lı yıllarda, Ankara Demokrasi Platformu’nun düzenlediği bir dayanışma gecesinde sahne almıştı. Ben de İHD’yi temsilen, gecenin 7 kişilik tertip komitesi üyelerinden biriydim. Daha sonra o gecede “bölücülük propagandası yapıldığı” iddasıyla bize dava açılmış, aylar süren yargılamanın sonucunda beraat etmiştik.
Daha sonra Ahmet Kaya ile bir kez daha, sevgili dostum Akın ağabey (Birdal) vurulduğunda, Ankara’da hastanede karşılaşmıştım.
“Yağmurlu Űlkenin Sürgün Konuğu” adlı Ahmet Kaya belgeselinin tanıtımını izleyince o günleri hatırladım. Onunla ilgili başka belgeselleri de izlemiştim.
Ahmet Kaya bir fenomendi
Müziğini beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ama Ahmet Kaya kendi çizgisinde bir fenomendi. 12 Eylül’ün baskılarının devam ettiği bir dönemde ortaya çıkmış ve halkın içinden gelen tavırları ve doğal davranış biçimleri, tepkileri ile kolayca benimsenmişti. Diğer protest müzik sanatçılarından farkı, islâmcısından, devrimcisine, hatta MHP’lisine ve apolitik insanlara kadar toplumun tüm kesimlerine kendi politik kimliğinden ve çizgisinden ödün vermeden seslenmesiydi. Kendi yolunda yürüyen, duygusal bir adamdı.
Ahmet Kaya, ülkede kısa sürede kendisini kabul ettirdi. Şöhrete ve paraya ulaştı. Genelde insanlar şöhrete ve paraya kavuştuklarında risk almaz, devlet ile karşı karşıya gelmemeye gayret ederler. O farklıydı, duygusal bir yapısı olduğu için bunlar onu tatmin etmekten uzaktı. Ve başına birçok olay geldi bu yüzden.
Türk medyasının timsah gözyaşları
Ahmet Kaya’nın fotoğrafı, ülkenin fotoğrafıdır. O ödül gecesinde yaşananlar da ülkenin bir fotoğrafıdır. Ȍdül gecesinin yapıldığı salon, yalnızca bir salon değil, o günkü Türkiye’nin göstergesidir.
O günlerde yalnızca Kürt olduğunu ve Kürtçe klip çekeceğini söylediği için linç edilmek istenilen sanatçı, bugünlerde kimsenin aleyhine laf söyleyemeyeceği, hatta birçoklarının günah çıkarıyormuş gibi yaptığı bir ağlama duvarına dönüştü. O günlerde kendisini linç etmek isteyenler, çatal fırlatanlar, ırkçı şarkıları topluca söylemeyi örgütleyenler, manşetlerle ona hakaret edip hedef gösterenler, photoshop ile düzenlenmiş sahte fotoğrafları yayınlayanlar sonradan, mezarına çiçekler götürdüler, kendilerini aklamaya giriştiler. Çünkü dönem değişti. O dönemde Kaya’yı hedef gösteren ve kurban edenlerin hiçbirisi gerçek bir özeleştiri yapmadı. O gece orada Kaya’ya saldıranların çoğu sonradan kendilerinin “ortamı yatıştırmaya çalıştıklarını”, “kandırıldıklarını” vb… şeyler söylediler. Sonradan onu hedef gösteren manşetler atanlar da ciddi bir özeleştiri yapmadılar. Herkes kendisini bu utançtan sıyırmaya çalıştı bir biçimde, ama bu çabalar boşa oldu.
Ahmet Kaya, Türk medyasının bir ağlama duvarı değildir
Yandaş medyanın kalemşörleri bile ona güzellemeler düzüyor bugün. Bunlar timsah gözyaşlarıdır. Ama onların o çıkarlarını kollayan, güce ve iktidara tapan ruhları ile, Ahmet Kaya’nın isyancı ve muhalif ruhu birbirleri ile örtüşmez. Bunlar döneme göre davranırlar. Yeri geldiğinde şahin, yer geldiğinde de güvercin rolüne bürünürler. Bir değil, birçok yüzleri vardır. Döneme göre elbise değiştirirler.
Gülten Kaya, haklı olarak sizleri affetmedi; zaten o affetseydi bile tarih kayıt düşer affetmez. Fakat medya Ahmet Kaya’yı bir Kürt sanatçı olarak değil de, bir Türk sanatçı olarak vaftiz etmek istemektedir. O çoğunlukla Türkçe söylemesine karşın, Kürtçe de söyledi. Türklere ve diğer halklara da seslenen bir Kürt sanatçıdır, kendisini böyle tanımlamıştır. Sürgünde iken Kaya bir konserinde şöyle demiştir:
“Türklerin Mahzun Kırmızıgülü, İbrahim Tatlısesi varsa, Kürtlerin de Ahmet Kayası vardır.”
O döneme ilişkin bir anı
O günlerde, Abdulllah Ȍcalan’ın Kenya’dan Türkiye’ye getirilmesi de, Kürtlere yönelik ırkçı tepkilerin doruğa ulaşmasına neden olmuştu. İnsanlar sokaklarda İtalyan malı mandalinaları eziyor, bazı yerlerde Kürt sivil insanlara saldırıyorlardı. İşte bu ortamda Kaya da kurban edilmiști. Devlet, medya aracılığıyla toplumu tahrik etmiş ve sokaklara davet etmişti. Medya, en ırkçı sekiz sütuna manşetlerle bir halkı hedef gösteriyordu. Ȍyle bir hale gelmişti ki, Kürtler ve demokrat, devrimci insanlar sokakta yürüyemez olmuşlardı.
Hatırlıyorum o günlerde ben Türkiye Ortadoğu Forumu Vakfı ve Ȍzgur Űniversite genel sekreteri idim. Başkan da sevgili dostum, ağabeyim Fikret Başkaya idi. Abdullah Ȍcalan’ın davası başladığında Ankara’da bu konuda görüş belirtecek çok insan yoktu ve o kadar büyük baskı vardı ki, insanlar neredeyse sokağa çıkamıyorlardı. Kızılay’daki DYP Genel Merkezi önünde son ses akşama kadar “Memleketim” şarkısı çalıyordu. Bu şarkı işte Ahmet Kaya’nın kurban edildiği o gece Reha Muhtar’ın koro halinde çaldırdığı şarkı idi. O dönemde CNN International dahil birçok yabancı televizyon konu ile ilgili benimle röportaj yapmıştı. Yabancı basın mensupları kendi aralarında benim telefonumu biri diğerine veriyor ve beni arıyorlardı. Çunku ortalıkta pek fazla gőrüșmeye cesaret edecek insan kalmamıștı.
Yine aynı günlerde gazeteci Mehmet Ali Kışlalı, Ȍzgür Űniversite’ye Fransız Televizyonu’nu getirmiş, benimle görüşmek için bir Fransız televizyoncuya çevirmenlik yapmıştı. Fakat Mehmet Ali beyin yüz mimiklerinden, verdiğim yanıtlardan hoşlanmadığını ve istemeyerek çevirdiğini anlıyordum. Görüşmenin sonunda Mehmet Ali Kışlalı, bana dönerek şöyle sormuştu hiç unutmuyorum:
“Erol bey siz PKK’lı mısınız?”
Görüşmede PKK’ye ilişkin birşey söylememiş, Kürt sorunu ve adil yargılama üzerine konuşmuştum. Ama tanıyordum bu tavrı; resmi ideoloji ile beslenmiş “aydın” ve gazetecilerin içselleşmiş Türkçü, Kürt ve azınlıklar ile ilgili herşeyi yok sayan, küçük gören yaklaşımlarından birisiydi. Ona şöyle bir baktım ve yanıt verdim:
“Bu soruya yabancı değilim. PKK’li değilim; Kürt de değil, Çerkesim. Ama gördüğünüz gibi Kürtlerin, Türklerin ve azınlıkların, ezilenlerin haklarını savunuyorum.”
Hatta Japon televizyonu da gelmiş, benimle uzun uzun konuşmuştu. Görüşmenin sonunda sohbet ederken Çerkes olduğumu söylemiştim. Japon televizyoncu, benim Kürt olduğumu sandığını söylemişti. Ben de ona, “İnsan ve halkların haklarını savunmak için insan olmak yeterlidir.” demiştim.
Ahmet Kaya olayı, yalnızca Ahmet Kaya olayı değildir
Ȍzünde Ahmet Kaya olayı, sadece Ahmet Kaya olayı değildir. Kürt sorununun bir fotoğrafıdır. Kürdüm diyen bir insanın başına neler gelebileceğinin kanıtıdır. Devlet tarafından verilen mesaj şuydu: “Resmi ideolojinin dışına çıktığınız anda, kim olursanız olun sizi bitiririz.”
O günden bugüne hem iç hem dış dinamiklerin etkisiyle kimse Kürt sorununu inkâr edemez hale geldi. Bunda devletin bir rolü yok aslında, devlet o günden bugüne birkaç göz boyamaya yönelik değişiklik dışında, sorunu çözmeye yönelik esaslı adımlar atmadı. Hâlâ oyalama taktiği ile meşguller. Kürt sorunu bugün kimsenin inkâr edemeyeceği bir hal aldıysa, bu Kürt halkının mücadelesinin geldiği aşama ile doğrudan bağlantılıdır.
Bu ülkede bugüne dek birçok sürgünler çıktı, şairler, yazarlar, sinemacılar, ses sanatçıları ve besteciler. O, sürgünde ölen Nazım Hikmet, Yılmaz Güney ile aynı kaderi paylaştı. Hâlâ da bu koşullar devam ederse yeni sürgünler, yeni kurbanlar çıkması işten bile değildir.
Selam olsun “Yağmurlu Űlkenin Sürgün Konuğu” Ahmet Kaya’ya…
Onun sözleriyle söylersek:
“Artık seninle duramam
bu akşam çıkar giderim
Hesabım kalsın mahşere
elimi yıkar giderim
Artık sürersin bir sefa.
ne cismim kaldı ne cefa
Şikayet etmem bu defa
dişimi sıkar giderim…”
Erol Anar